PEYGAMBER EFENDİMİZİN FEDAYİSİ
EBÜ DUCANE RAN HAYATI
Uhud Savaşında müşriklerin azılılarından Âsım bin Ebî Avf, kudurmuş bir canavar gibi müslümanlara saldırıyor, bir taraftan da: “Ey Kureyş cemaati! Akrabalık haklarını gözetmeyen, kavminizi bölen Muhammed’le (s.a.v.) çarpışmaktan geri durmayınız. Eğer Muhammed (s.a.v.) kurtulursa ben kurtulmayayım.” diye bağırarak Kureyş kâfirlerini harbe teşvik ediyordu. Ebû Dücâne hazretleri bu azılı kâfirin susturulması icab ettiğini anlamış ve çarpışa çarpışa ona yaklaşıp, bu İslâm düşmanını öldürerek gerekli cezasını vermişti. Ebû Dücâne hazretleri bununla meşgulken müşriklerden Mâbed bin Vehb, Ebû Dücâne’ye (r.a.) müthiş bir kılıç darbesi indirmiş, Ebû Dücâne hazretleri çok seri bir halde yere çökerek bu öldürücü darbeden kurtulmuştu. Hemen sonra acele kalkıp hücum ederek, Mâbed’i yaralamış, fakat ölmemişti. Bu sırada Mâbed bir çukura düşmüş, Ebû Dücâne hazretleri de onun üzerine atlayıp başını kesip kâfirlere doğru fırlatmıştı. Bu hal, Kureyş kâfirlerinin zaten bozulmuş olan morallerini daha da bozmağa sebep olmuştu.
Bu gazâda göstermiş olduğu kahramanlıklarla herkesi hayran bıraktı. Uhud Harbi’nin kızıştığı sırada Peygamberimiz (s.a.v.) elinde tuttuğu ve üzerinde “Korkaklıkta ar, ilerlemekte şeref ve itibar var. İnsan korkmakla kaderden kurtulmaz” beyti yazılı kılıcını göstererek “Bu kılıcı benden kim alır?” buyurdular. Eshâb-ı kirâmdan bir çokları “Ben, ben, ben” diye almak için ellerini uzattılar. Peygamberimiz tekrar “Bunun hakkını vermek üzere kim alır?” deyince Eshâb-ı kirâm sustular ve geri durdular. Kılıcı hararetle isteyenlerden Zübeyr bin Avvâm (r.a.) “Ben alırım, Yâ Resûlallah” dedi. Peygamberimiz kılıcı Hz. Zübeyr’e vermedi. Hz. Ebû Bekir, Ömer, Ali’nin (r.anhüm) istekleri de Peygamberimiz tarafından kabul edilmedi. Ebû Dücâne (r.a.) “Yâ Resûlallah bu kılıcın hakkı nedir?” diye sordu. Peygamberimiz (s.a.v.) “Onun hakkı eğilip bükülünceye kadar, onu düşmana vurmaktır. Onun hakkı müslüman öldürmemen, onunla kâfirlerin önünden kaçmamandır. Onunla Allahü teâlâ sana zafer yahud şehîdlik nasib edinceye kadar Allah yolunda çarpışmandır” buyurdu. Ebû Dücâne (r.a.) “Yâ Resûlallah ben onun hakkını yerine getirmek üzere alıyorum” dedi. Peygamberimiz (s.a.v.) elindeki kılıcı ona teslim etti. Ebû Dücâne (r.a.), çok cesaretli, kahraman olduğu haldâ harp meydanlarında çok kurnaz davranır, “Harp hiledir” hadîs-i şerîfine tam ittibâ ederdi (uyardı). Ebû Dücâne (r.a.) kılıcı alınca başına kırmızı sarığını sararak, elinde Peygamber efendimizin verdiği kılıç olduğu halde harp meydanına doğru çalımlı ve gururlu bir şekilde yürümeye başladı. Bu sırada şu beyti okuyordu:
Zübeyr bin Avvâm gördü ki, Ebû Dücâne (r.a.) her yere yetişiyor, fakat kılıcını kaldırdığı halde Ebû Süfyân’ın karısı Hind’i öldürmekden vaz geçti. Kendi kendine “Kılıcın kime verileceğini Allah ve Resûlü benden daha iyi bilir” diye söylendi. “Vallahi ben onun çarpışmasından daha üstün çarpışan vuruşan bir kimse görmedim.” buyurdu. Ebû Dücâne’nin (r.a.) yanına yardı. “Yaptığın her şeyi gördüm. Kadına kılıcını kaldırıp sonra vurmaktan vaz geçtiğini de gördüm” dedi. Ebû Dücâne (r.a.), “Resûlullah’ın (s.a.v.) kılıcına hürmet ettim ve onu kadın kanına bulaştırmadım.” diye cevap verdi. Daha sonra Ebû Dücâne hazretleri, Hamza ve Ali (r.a.) ve diğer Eshâb ile beraber yeniden düşman saflarına umumî taarruz için ileri atıldı. Birçok Sahâbî şehîd düştü, fakat müşrikler de kaçmaya başlamışlardı. Uhud gazâsında İslâm ordusu arkasını Uhud dağına vermiş ve Resûlullah (s.a.v.) dağ yolunu muhafaza etmeleri ve müşriklerin müslümanları arkadan vurmalarını önlemek için, Eshâb-ı kirâmın içinde en iyi ok atan elli Sahâbîyi koymuş, başlarına da Abdullah bin Cübeyr’i (r.a.) komutan ta’yin etmişti. Resûlullah (s.a.v.) bununla da kalmamış; “Eğer bizi kuşların kaptığını görseniz bile yine ben size haber göndermedikçe asla yerinizi terk etmeyiniz.” “Eğer bizim kâfirleri kırıp, ayaklarımız altında çiğnediğimizi görseniz bile yine ben size haber göndermedikçe asla yerinizi terk etmeyiniz.” buyurdu. Bu sözleriyle ne olursa olsun bu elli Sahâbînin yerlerini terk etmemelerini istedi. Fakat zafer müyesser olunca bu elli zattan ekserisi ganimet toplamak için yerlerini terk ettiler. Komutanları Abdullah bin Cübeyr’in sözünü dinlemediler. Dağ yolundaki geçidin tenhalaştığını gören Hâlid bin Velid ve Ebû Cehil’in oğlu İkrime, emirlerinde müşrik ordusunun sağ ve sol kanatlarıyla dağı arkadan dolaşıp dağ geçidine geldiler. (O zaman henüz Hâlid bin Velid ve İkrime îmân etmemişti). Abdullah bin Cübeyr ve O’nun emrini dinleyen on Sahâbîyi şehîd ettiler ve İslâm ordusunu arkadan vurdular. Müşrik süvarilerinin arkadan saldırmalarıyle müslümanlar neye uğradıklarını şaşırmışlardı. Hatta acele ve dehşetten kiminle savaştıklarını dahi bilemediler. Birbirleriyle vuruştular. Müslümanlar dağılmış ve dağa doğru çekilmişlerdi. Peygamberimiz (s.a.v.) “Ey filan Bana doğru gel, Ey filan Bana doğru gel, ben Resûlullahım (s.a.v.). Bana dönüp gelene Cennet var” diyerek Eshâb-ı kirâmı çağırıyorlardı.
Müslümanlar dağılınca Mekkeli müşriklerden Abdullah bin Şihâb-ı Zührî, Utbe bin Ebî Vakkas, Abdullah bin Kâmia ve Übeyy bin Halef Resûlullahı (s.a.v.) öldürmek üzere sözleştiler ve and içtiler. Resûlullahın (s.a.v.) sancağını Mus’ab bin Umeyr taşıyordu. Hz. Mus’ab, Resûlullaha (s.a.v.) giydiği zırhdan dolayı çok benzeyen bir Sahâbîydi. Resûlullahın (s.a.v.) yanından hiç ayrılmıyordu. Bir ara İbni Kâmia kâfiri atlı olarak Peygamberimiz (s.a.v.)’e yaklaştı, önüne Hz. Mus’ab ve bazı sahabe ile Nüseybe (Nesibe) hatun çıktılar. Ümmü Ümâre (r.anha) hatun da İbni Kâmia’nın üzerine atıldı. Bir çok kılıç vurdu ise de azılı kâfirin üzerinde iki kat zırh olduğu için te’sir ettiremedi. İbni Kâmia, Nesibe (r.anha) hatunun omuzunu parçalayıp, Hz. Mus’ab’ın üzerine atıldı ve sağ elini kesti. Mus’ab sancağı göğsüne bastırdı. İbn-i Kâmia bunun üzerine Hz. Mus’ab’ı mızrakladı. Hz. Mus’ab yıkıldı sancak düştü. Bir melek sancağı hemen aldı. Peygamber efendimiz (s.a.v.) bunun üzerine sancağı Hz. Ali’ye verdi. İbn-i Kâmia bunun üzerine Hz. Mus’ab’ı şehîd edince Hz. Peygamberi (s.a.v.) öldürdüğünü zannetdi. Müşriklerin yanına gidip “Hz. Muhammed’i (s.a.v.) öldürdüm” diye bağırıyordu. Müşrikler sevinç içerisinde; müslümanlar ise kan ağlıyordu. Herkes ne yaptığını bilmez bir halde, bazıları geri dönmüş, bazıları çökmüş oturmuş, bazıları dağa doğru kaçışıyor. Fakat her güzel huyun en üstün derecesi kendisine verilmiş Peygamber (s.a.v.) bir an yerinden ayrılmamış ve geri gitmemişti. Yanında yedisi muhacirlerden yedisi de ensârdan olmak üzere ondört sahâbî ile sabır ve sebat üzere harb ediyorlardı. Bu yedi ensârdan biri de Ebû Dücâne (r.a.) idi. Aynı zamanda Ebû Dücâne (r.a.) ölmek ve ayrılmamak üzere üçü muhacirlerden beşi ensârdan olan sekiz sahâbîden birisi olarak Resûlullaha (s.a.v.) bi’at etmişti. Bu sekiz sahâbîden hiçbiri Uhud’da şehîd olmadı, çünkü bunlara Peygamberimiz (s.a.v.) duâ etmiş idi. Müşrikler Peygamberimizi (s.a.v.) ok yağmuruna tutmuş idiler. Müşriklerin en keskin nişancı olanlarından Mâlik bin Züheyr; Peygamberimize (s.a.v.) nişan alıp bir ok attı. Talha bin Ubeydullah bu okun Resûlullaha (s.a.v.) isabet edeceğini anlayınca elini o oka karşı tuttu. Ok elini parçaladı. Şehâdet parmağı hariç diğer parmakları çolak kaldı. Hz. Talha Uhud’da altmışaltı yerinden yara almıştı. İşte Hz. Talha gibi Resûlullahı (s.a.v.) oklara karşı koruyan ve vücudunu siper eden bir zât da Ebû Dücâne idi.
İmâm-ı Beyhekî, (Delâil-ün-Nübüvve) kitabında ve İmâm-ı Kurtubî’nin (Tezkire) kitabında bildirdiklerine göre; Ebû Dücâne (r.a.) buyurdu ki, yatıyordum; değirmen sesi gibi ve ağaç yapraklarının sesi gibi bir ses duydum ve şimşek gibi bir parıltı gördüm. Başımı, kaldırdım. Odanın ortasında, siyah bir şeyin yükseldiğini gördüm. Elimle yokladım, kirpi derisi gibi idi. Yüzüme kıvılcım gibi birşeyler atmağa başladı. Hemen Resûlullaha (s.a.v.) gidip anlattım. Buyurdu ki, “Ya Ebâ Dücâne Allahü teâlâ, evine hayır ve bereket versin.” Kalem ve kâğıt istedi. Hz. Ali’ye bir mektûb yazdırdı. Mektubu alıp, eve götürdüm. Başımın altına koyup uyudum. Feryad eden bir ses beni uyandırdı. Diyordu ki, Yâ Ebâ Dücâne! (r.a.) Bu mektûbla beni yaktın. Senin sahibin, bizden elbette çok yüksektir. Bu mektubu, bizim karşımızdan kaldırmakdan başka, bizim için kurtuluş yoktur. Artık senin ve komşularının evine gelmiyeceğiz. Bu mektubun bulunduğu yerlere gelemeyiz. Ona dedim ki, sahibimden izin almadıkça bu mektubu kaldırmam. Cin ağlamasından, feryadından, o gece, bana çok uzun geldi. Sabah namazını mescidde kıldıktan sonra, cinnin sözlerini Peygamberimize (s.a.v.) anlattım. Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “O mektubu kaldır, yoksa, mektubun acısını kıyâmete kadar çekerler.” Bir müslüman bu mektubu yanında taşısa veya evinde bulundursa; bu kimseye, eve ve etrafına cin gelmez ve dadanmış olup, zarar veren cin de gider.
KAYNAKLAR
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder