Ukbe bir çobandı. Medine otlaklarında koyun güderdi. Peygamber Efendimizin (a.s.m.) Medine’ye hicret ettiğini de dağda haber almıştı. Artık orada duramazdı. Gidecek, o Yüce Peygamber’i görecekti. Koyunları oracıkta bıraktı, doğruca Medine’nin yolunu tuttu. Geldi, Resûlullah’ı sordu. Misafir kaldığı evi öğrenir öğrenmez soluğu huzurunda aldı.
Kâinatın Efendisi’ni karşısında görünce çok sevindi, birden dünyası genişledi, gönlü aydınlandı. Uçacak gibiydi, içi içine sığmıyordu. O zamana kadar böyle bir heyecan yaşamamış, bu kadar sevinmemişti. Ruhundaki değişikliklere kendisi de inanamaz olmuştu.
Resûl-i Ekrem Efendimiz hakikat nurlarından inciler saçtı önüne, yüce dinin esaslarını öğretti. Ukbe en ufak bir tereddüt bile göstermedi, müminler arasında yer almakta gecikmedi. Ukbe artık bir sahabiydi. Hem de Suffe Ashâbı’nın içinde yer alan seçkin bir sahabi...[1]
Ukbe bundan sonra kendisini tamamen ilme verdi. Peygamberimizin hayat dolu sohbetini artık hiç kaçırmıyordu. Ondan ilim ve marifet meyvaları derliyordu. Peygamberimiz de Ukbe’nin ilme olan aşırı arzusunu bildiği için kendisiyle hususi olarak ilgileniyordu.
Bir gün Hz. Ukbe’ye hitaben şöyle buyurdu:
“Kur’ân’da bazı sûreler vardır. Cenâb-ı Hak o sûrelerin bir benzerini ne Tevrat’ta, ne İncil’de, ne de Zebur’da indirmemiştir. Hiçbir geceni onları okumadan geçirme. Bunlar: İhlâs, Felâk ve Nâs Sûreleridir.”
Bu sözleri kulaklarına küpe eden Ukbe şöyle der:
“O günden sonra her gece bu sûreleri okumadan yatmadım. Hep okudum.”[2]
Hz. Ukbe bilmediklerini, öğrenmek istediği hususları Peygamberimize sormaktan çekinmezdi. Böylece pek çok şeyi öğrenme imkânını bulmuştu. Bir gün Peygamberimizin yanına yaklaştı, mübarek ellerini tuttu ve şöyle dedi:
“Yâ Resûlallah, iyilik ve ibadetin en üstün olanlarının hangisi olduğunu söyler misiniz?”
Peygamberimiz de şu nasihatte bulundu:
“Senin hâlini sormayanın hâlini sor. Sana bir şey vermeyene vermeye bak. Sana haksızlık edeni de affet.”[3]
Hz. Ukbe bir defasında da, “Kurtuluş neydedir, yâ Resûlallah?” diye sordu. Peygamberimiz (a.s.m.), “Diline sahip ol. Evin sana dar gelmesin [sırrını yayma]. Günahların için ağla!” buyurdu.[4]
Bunlar zor işlerdi. Nefse ağır gelen hizmetlerdi, fakat cennet de ucuz değildi. Çünkü cennetin bu dünyada kazanılması gerekiyordu. Bunun için her şeyden önce böyle nefse zor gelen amelleri işleyerek Yüce Allah’ın rızasını elde etmek lazımdı.
Ukbe (r.a.) bir gün 12 arkadaşıyla birlikte Peygamberimizden bir şeyler öğrenmek düşüncesiyle yola çıktı. Yanlarında develeri de vardı. Onları başı boş bırakmak istemediler. “İçimizden birisi develerimizi otlatsa da, kalanımız Resûlullah ile sohbet etsek… Sonra öğrendiklerimizi ona bildiririz.” dediler. Hz. Ukbe gerçi Peygamberimizin (a.s.m.) sohbetinde bulunmayı çok arzuluyordu. Fakat develerin yanında birisinin kalması gerektiğine de inanıyordu. Arkadaşlarını kendi nefsine tercih etti, “Siz gidin. Develeri ben otlatırım.” dedi. Sonrasını kendisi anlatıyor:
Arkadaşlarım gideli bir hayli olmuştu. Kendi kendime, “Galiba aldandım! Arkadaşlarım Resûlullah’tan (a.s.m.) benim duymadıklarımı dinliyorlar, öğrenmediklerimi öğreniyorlar.” dedim. Şehre gittim. Yolda sahabilerden bir grupla karşılaştım. İçlerinden biri, Peygamberimizin, “Kim güzelce abdest alırsa, günahından temizlenerek annesinden yeni doğmuş gibi olur.” buyurduğunu söyledi. Hayret ettim. Benim hayretimi fark eden Ömer binHattab, “O da bir şey mi? Hele sen ondan önceki hadisi dinlemeliydin!” dedi.
“Kurbanın olayım, onu da söyle!” dedim.
O da Resûlullah’ın (a.s.m.), “Kim Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmadan ölürse, Allah ona cennet kapılarını açar. O da istediği kapıdan cennete girer. Cennetin sekiz kapısı vardır.” buyurduğunu söyledi.
Tam bu sırada Resûlullah (a.s.m.) geldi. Ben de tam karşısına oturdum, dinlemeye başladım. Fakat benden yüzünü çevirdi. “Ey Allah’ın Resûl’ü! Anam babam size feda olsun! Niçin benden yüzünüzü çeviriyorsunuz?” dedim.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Sence bir kişinin istifadesi mi daha kıymetli, yoksa 12 kişinin mi?” buyurdu.
Hatamı anladım, kalktım.[5]
Hz. Ukbe’nin öğrenme hususundaki bu gayreti onun kısa zamanda âlim sahabiler arasına girmesine sebep oldu. Öyle ki Hz. Ukbe, Peygamberimizin zamanında içtihat edebilecek seviyeye geldi. Hattâ bir defasında Peygamberimiz (a.s.m.) kendisine müracaat eden iki davalı hakkında hüküm verme işini ona bıraktı. Ukbe (r.a.), “Siz daha layıksınız, yâ Resûlallah! Anam babam size feda olsun!” dedi. Fakat Resûlullah “Sen hüküm ver.” buyurdu. Bu sefer Ukbe sordu, “Neye göre hüküm vereyim, yâ Resûlallah?” Peygamberimiz, “Kendi içtihadına göre hüküm ver. Eğer hükmünde isabet edersen sana 10 sevap verilir, isabet etmezsen 1 sevap kazanırsın.” buyurdu.[6]
Hz. Ukbe, Peygamberimize (a.s.m.) karşı son derece hürmetkârdı. Öyle ki, Resûlullah’ın huzurunda deveye binmeyi hürmetsizlik sayardı. Bir gün Peygamberimizle birlikte bir yere gidiyordu. Peygamberimiz (a.s.m.) deveye binmişti. Kendisi yayaydı. Resûlullah (a.s.m.) onu terkisine almak istedi, “Ey Ukbe! Binmiyor musun?” buyurdu. Hz. Ukbe, “Günah olmasından korkuyorum, yâ Resûlallah!” dedi. Peygamberimizin ısrar etmesi üzerine, onun emrini yerine getirmek için deveye bindi.[7]
Ukbe (r.a.) mümin kardeşlerinde gördüğü kusurları, kabahatleri açığa vurmazdı. Başkalarının kusurlarını araştırmadığı gibi, birinin kabahatlerinin yanında anlatılmasından da rahatsız olurdu. Bir defasında hizmetçisi, komşunun bir hatasını söyledi. Hz. Ukbe, hizmetçiye kızmadı. Ona nasihat etti. Bunun iyi bir şey olmadığını anlattı. Sonra da şu hadisi rivayet etti:
“Kim dünyada bir müminin ayıbını örterse, Allah da kıyamet günü onun ayıbını örter.”[8]
Hz. Ukbe’nin hadis, miras taksimi ve hitabet gibi sahalarda müstesna bir yeri vardı. Kur’ân’ı güzel okuyan, sesiyle süsleyen sahabilerdendi. Bir gün Hz. Ömer ona, “Bana Kur’ân oku” dedi. Ukbe (r.a.), Kur’ân okumaya başlayınca Hz. Ömer ağladı…
Hz. Ukbe’nin bir diğer hususiyeti de askerlik sanatına olan merakıydı. Fırsat buldukça Peygamberimizin “Hiçbiriniz ok atışı yapmaktan geri durmasın.”, “Kim ok atmasını öğrenir, sonra da sünnet olduğunu bile bile terk ederse bizden değildir.”, “Bir ok sebebiyle Allah üç kişiyi cennete koyar: Oku hayırlı bir işte kullanmak maksadıyla yapan ustasını, onu atanı ve atana yardımcı olanı.” gibi hadisleri hatırlatıyordu. Böylece cihat ruhunun devamlı uyanık kalmasını, Müslümanların düşmana karşı talim yapmaya ehemmiyet vermelerini istiyordu.[9]
Ukbe (r.a.), Peygamberimizin (a.s.m.) İstanbul’un fethi için verdiği müjdeyi kalbinin derinliğinde bir sır gibi saklıyordu. Hicret’in 52. senesinde Hz. Muâviye’nin İstanbul’un fethi için hazırladığı orduda vazife aldı. O sıralar Mısır valisi olduğu için Mısır’dan hazırlanan birliğin kumandanlığını yaptı.[10]
Hicret’in 58. yılında vefat eden Hz. Ukbe, birçok hadis rivayet etmiştir. Bu hadisler, Buhârî, Müslim, Müsned ve diğer hadis kitaplarında yer alır.
Onun Peygamberimizden (a.s.m.) rivayet ettiği bir hutbenin meali şöyledir:
“Ey insanlar! Sözlerin en doğrusu, Allah’ın Kitabı’dır. Sünnetlerin en hayırlısı, benim sünnetimdir. Sözlerin en değerlisi, Allah’ın zikridir. Kıssaların en değerlisi, Kur’ân’dır. Amellerin en iyisi, farz olan amellerdir. Her şeyin en kötüsü, sonradan ortaya çıkanlar [bid’alar]dır. Davetlerin en güzeli, peygamberlerin davetidir. Ölümlerin en şereflisi, şehitlerin ölümüdür. Körlüğün en kötüsü, hidayete erdikten sonra tekrar sapıklığa düşmektir. İlmin en iyisi, faydalı olandır. Veren el, alan elden üstündür. Az ve yeterli olan mal, çok olan ve azdıran servetten iyidir. Pişmanlığın en kötüsü, kıyamet günü duyulan pişmanlıktır.
“İnsanların bazısı namazını vaktin sonunda kılar. Kimisi de Allah’ı ara sıra hatırlar. En büyük hata, yalan söylemektir. En hayırlı zenginlik, gönül zenginliğidir. En iyi azık, takvadır. Hikmetin başı, Allah korkusudur. Kalpte yer alan şeylerin en iyisi, hakiki imandır. Şüphe ve kararsızlık, küfürdendir. Ölüler için yüksek sesle ağlayıp dövünmek Cahiliye âdetlerindendir. Devlet malına el uzatmak, cehennemden ateş közleri çalmaktır. Altın ve gümüşü biriktirip zekâtını vermemek, insanın vücudunu cehennem ateşiyle dağlamasıdır. İçki kötülüklerin anasıdır. Kadınlar şeytanın tuzağıdır. Gençlik bir çeşit deliliktir. Kazançların en kötüsü faizdir. Yiyeceklerin en kötüsü yetim malıdır. Bahtiyar insan, başkasından ders alabilendir.
“Hepiniz nihayet birkaç metrelik toprağa gireceksiniz. Her iş neticesiyle değerlendirilir. Amellerde geçerli olan, amelin sonudur. Haber yayanların en kötüsü, yalan haber yayandır. Gelmesi muhakkak olan şey, uzak da olsa yakındır. Mümine sövmek fasıklıktır. Müminin etini yemek [gıybetini etmek] Allah’a karşı gelmektir. Müminin kanına tecavüz etmek ne kadar haram ise, malına tecavüz etmek de o kadar haramdır. Kim kötü bir iş yapmak için Allah adına yemin ederse, Allah onu yalancı çıkarır. Kim bağışlayıcı olursa Allah da onu affeder. Kim öfkesini yenerse, Allah ona sevap verir. Kim musibete sabrederse, Allah kaybettiklerinin yerini doldurur. Kim dedikodulara itibar ederse, Allah onu rezil eder. Kim sabrederse, Allah sevabını kat kat verir. Kim Allah’a karşı gelirse cezaya çarpılır!
“Allah’ım, beni ve ümmetimi bağışla! Allah’ım, beni ve ümmetimi bağışla! Allah’tan beni ve sizi affetmesini dilerim.”[11]
______________________________________
Yazar:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder