13 Mart 2017 Pazartesi

ATINI NALAYAN HORLANDA CUMHUR BAŞKANIMIZ YANLIZ DEYİLDİR AKLINI BAŞINA AL
Değerli kardeşimiz,
Türk milletinin fıtratında mevcut olan yiğitlik hasleti, İslâm'ın cihat ruhu, Mekke ve Medine'den kopup yurtlarına kadar ulaşan İslâm mücahitlerinin mukaddes gayesi ile birleşince, tarihteki haklı yerine ve mevkiine oturmuştu.
Bu arada şu tarihî husus gözardı edilmemeli:
Türkler İslâm'ın zuhurundan dört asır sonra Müslüman oldular. O zamana kadar İslâm fetihleri kuzeyde Hazar Denizine batıda Mısır'a, güneyde Yemen'e, doğuda Hindistan sınırlarına kadar yayılmıştı. İslâm ordusu hemen hemen bütün milletlerle savaştıkları halde Türklerle savaşmadılar.
Peygamberimizin (asm),
"Türkler size dokunmadıkça siz de onlara dokunmayın."1
hadisine riayet eden Müslümanlar, onlarla savaş ettikleri zaman Türklerin İslam'a girmelerine mâni olacaklarını biliyorlardı. Bunun için Türkler İslâm güneşinin üzerlerinde doğduğunu hisseder etmez, "oymaklar" halinde Müslüman oldular.
Bilhassa Abbasiler devrinde İslâm ordusunda mühim bir yer tutan Türkler, yiğitlikleriyle birleştirdikleri cihat aşkı ile asırlar boyu İslâm'ın bayraktarlığını yaptılar.
Bunun yanında her millet kendi milletinin fazilet ve güzel hasletlerinden bahsederek, onları sevebilir. İslâmiyet bunu reddetmez. Nitekim sahabilerden birisi Peygamberimize (asm),
"Ey Allah'ın Resulü, bir kişinin kendi kavmini sevmesi ırkçılık mıdır?" diye sormuş. Resulullah da (a.s.m.),
"Hayır, ancak kişi kavminin zulmüne yardımcı olursa, ırkçılık olur."2 buyurmuştur.
Çünkü millet, ırk, kavim bir vakıadır.
"Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık; sonra da birbirinizi tanıyıp kaynaşasınız ve aranızdaki münasebetleri bilesiniz diye sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah katında en şerefliniz, Ondan en çok korkanınızdır."3
mealindeki âyet-i kerime, insanların farklı millet ve ırklara mensup olmasını, birbirleriyle daha yakından tanışması hikmetine bağlamakta ve hangi ırktan olursa olsun fert ve milletlerin fazilet ve üstünlük derecesini "takva"ya göre değerlendirmektedir.
Kur'ân'ın hükmü, hiçbir milletin ırkî bakımdan bir üstünlüğe sahip olamayacağını açıkladığı gibi, esas itibariyle ne hadis-i kudsî, ne de hadis-i şeriflerde bu hükme aykırı ifade bulmak mümkün değildir. Bu hükme ters düşen ifadeler "hadis" olarak bazı kitaplarda yer alsa, dillerde dolaşsa bile reddedilir, kabul edilmez. Bunun için de buna benzer ifadelere müracaat ederek Arap, Fars, Türk, Kürt hangi millet olursa olsun methedilmeye kalkışılmaz. Irkçılık kokan ve o çerçevede anlatılan konularda İslâm literatüründe "hadis" olarak kabul edilmeyen beyanlara da itibar edilmez.
Meselâ, Kaşgarlı Mahmud'un "Divânu Lügati't-Türk" isimli kitabında Türkleri metheden bir hayli mevzu (uydurma) "hadislere" yer verilmiştir. Bunlardan "hadis-i kudsî" olarak nakledilen bir söz şöyledir:
"Ulu Allah buyuruyor: "Benim Türk adını verdiğim ve maşrıkta iskân ettiğim birtakım askerlerim vardır ki, herhangi bir kavme karşı gazaba gelecek olursam, o Türk askerlerimi o kavmin üzerine saldırırım."
Hadis-i Kudsî olarak söylenen bu ifadeleri hiçbir hadis kitabında bulmak mümkün değildir. Bir lügat kitabında geçen böyle bir ifadeyi "hadis-i kudsî" diye alıp nakletmek usûle de aykırıdır. Çünkü âyet mealleri ya Kur'ân meallerinden veya tefsirlerden; hadisler de hadis kitaplarından alınır ve istifade edilir.
Diğer taraftan bu ifadeler Türk milletini ve ordusunu metheder mânâyı taşımaktan da uzaktır. Çünkü bu ifadelerde Türk askeri Allah'ın elinde bir gazap âleti olarak gösterilmekte, azgın milletlerin üzerine "saldırtılan" bir unsur şeklinde tarif edilmektedir.
Peygamber Efendimiz (asm) hakkında "Türklük" iddiasına gelince; esas itibariyle İslâmiyet, ırk, kabile ve millet mefhumunu reddetmiyor. İnsanların kabile ve milletlere ayrılmasını birbirleriyle daha yakından tanışmalarını sağlaması bakımından değerlendiriyor. Bunun yanında kabile ve milletlerin şecere ve neslini muhafazaya hizmet maksadıyla mevcut olan "ensab" ilmine karşı çıkmamıştır. Hatta Peygamberimiz (asm), Hz. Ebû Bekir (ra)'i, ensab ilmini bilmekle methetmiştir. Hangi kabilenin nereden geldiği, en son kime dayandığı hususunda en ince teferruatına varıncaya kadar bütün bilgiler İslâmiyet'ten önce ve sonraki Araplar arasında meşhurdu.
Peygamberimizin (asm) kabilesi, şeceresi ise çok iyi muhafaza edilmişti. Peygamberimizin (asm) dedelerinin kimler olduğu, nereye kadar dayandığı, Kureyş isminin ve kabilesinin nereden kaynaklandığı hususunda siyer ve hadis katiplannda geniş bilgiler mevcuttur.
Meselâ Kâmil Miras'ın Tecrid-i Sarih Tercemesi' nin IX. cildinin 217. sayfasına göz atıldığı zaman "Kureyş" isminin nereye dayandığı, nereden kaynaklandığı görülür. Cumhur-u ulemâ denen İslâm âlimlerinin çoğunun ortak görüşüne göre, "Kureyş" Peygamberimizin 13. dedesi olan Nadr'ın ismidir. Dolayısıyla kabile, ismini buradan almıştır.
Hadis imamlarından Beyhakî'nin rivayet ettiği gibi Feyzü'l-Kadîr' de yer alan bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (asm) "Ben Abdullah'ın oğlu Muhammed'im" diye saymaya başlıyor, dedesi Abdulmuttalib'den itibaren Adnan'a kadar yirmi atasını sayıyor, hadisin sonunda da "Ben neseb ve ata itibariyle içinizde en hayırlınızım." buyuruyor.4
Yine İmam Müslim'in bir rivayetinde şu mealdeki hadisi görüyoruz:
"Cenab-ı Hak İbrahim'in (peygamber) evlatlarından İsmail'i, İsmail'in evlatlarından Benî Kinane'yi, Benî Kinane'nin evlatlarından Kureyş'i, Kureyş'ten Benî Hâşim'i, Beni Hâşim'den de beni seçti."5
buyurarak neslini Mekke'de doğmuş, orada büyümüş ve orada peygamber olarak gönderilmiş olan Hz. İsmail'e ulaştırmaktadır.
Diğer taraftan Peygamberimizin (asm) bizzat kendi mübarek dilinden, nesep itibariyle hangi millete mensup olduğunu da öğrenmemiz mümkündür. Bu husustaki hadislerin sadece üçünün mealini verelim:
"Ben peygamberim, bunda asla yalan yok. Ben Abdülmuttalib'in oğluyum, ben Arapların en fasih konuşanıyım ve Kureyş evlatlarındanım."6
"Ben Arapların, Suheyb Rumların, Selman Parsların, Bilal de Habeşlilerin ilk olarak cennete girenleriyiz."7
"Ben tam bir Arabım. Ben Kureyş kabilesindenim. Benim lisanım (Arapçayı en fasih konuşan) Benî Sa'd lisanıdır."8
Bu hadis-i şerifler hiçbir yoruma ihtiyaç bırakmadan Peygamberimizin (asm) nesep ve nesil bakımından Arap olduğunu bildirmektedir.
Kur'ân'da açıkça Peygamberimizin Arap olduğu ifade edilir. İbrahim sûresinin "Kendilerine apaçık anlatılabilsin diye, her peygamberi kendi milletinin diliyle gönderdik." mealindeki 4. âyeti buna delildir. Peygamberimiz (asm) de bir peygamber olarak kendi milletinin içinden çıkmış ve onlara Arapça olan Kur'ân'ı okumuştur.
Ebû Zer'den (r.a.) rivayet edilen
"Cenab-ı Hak her peygamberi kendi milletinin dili ile göndermiştir."9
mealindeki hadis-i şerif de bu âyeti tefsir etmektedir.
Dipnotlar:
1. Ebû Davud , Melâhim: 8.
2. İbni Mâce , Fiten: 8.
3. Hucurât Sûresi, 18.
4. Feyzü'l-Kadîr, 3:36. Hadis no: 2682.
5. Müslim, Fedâil: 1.
6. Feyzü'l-Kadîr , III/38. Hadis no: 2684.
7. a.g.e. III/43, Hadis no: 2695.
8. a.g.e. III/44. Hadis no: 2696.
9. Tefsir-i İbni Kesîr, 2:522.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder