20 Mart 2017 Pazartesi

AŞKIN MERKEZİ MEDİNEYE BAGLANALIM BAKALIM NELER OLUYOR BİR GÖRELİM

EDEPLE HÜRMETLE GELDİM EFENDİM RAVZANA GİRMEME DESTURUN VARMI

DÜN GECE RÜNYAMA GİRDİM İHRAMA ARDIMA BAKMADAN DÜŞTÜM YOLARA

YOLAR HEP PEYGAMBERİME GİDİYOR İNSANIN İÇİ ANDIKCA HUZUR BULUYOR VE RAHMET MELEKLERİ İNİYOR ORAYA  İŞTE CANIM  PEYGAMBERİMDEN BAŞKA HİÇ KİMSEYİ ARAMAZIM  HAYDİ GEL DES BUKALBİM İÇİME SIGMAZ ZİYARET GELSEM PEYGAMBER EFENDİM MUSADEN VARMI

"Size kendi aranızdan öyle bir Peygamber geldi ki zahmete uğramanız ona ağır gelir. Kalbi üstünüze titrer, müminlere karşı pek şefkatli ve merhametlidir." (Tevbe, 9/128)


Ümmetinin sıkıntıya düşmesi kendisine çok ağır gelen, onlara son derece şefkatli ve merhametli olan -bu hususu Allah, kendisine ait Rauf ve Rahim isimleriyle Efendimiz'i tavsif ederek belirtmektedir- Zat'a (s.a.s.) karşı ümmetinin tavrı nasıl olmalıdır 
 Elbette ki, en büyük ihtiram ve muhabbete O (s.a.s.) layıktır. Zira, kainat ve beşer, O'nu (s.a.s.) meyve verecek şekilde yaratılmış, Allah'ın rızasını kazanma, O'na (s.a.s.) tabi olmaya veya O'nu (s.a.s.) sevmeye bağlanmıştır.
Allah Teala, insanlığın hidayet rehberi olan Kur'an'ın bir çok ayetinde Resulü'ne ittiba ve ihtiramı emretmiş, O'na (s.a.s.) nasıl davranmamız gerektiğini bildirmiştir. İşte onlardan birkaçı:
"Ey iman edenler: Söz ve hareketlerinizde ileri gidip de Allah'ın ve Resulü'nün önüne geçmeyin, Allah'a karşı gelmekten sakının. Allah her şeyi hakkıyla işitir ve görür. Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamberin sesinden fazla yükseltmeyin. Birbirinizle yüksek sesle konuştuğunuz gibi O'nunla da öylece konuşmayın. Yoksa siz farkında olmadan bütün emekleriniz hiçe iniverir."(Hucurat, 49/1-2)
"Peygamberin mü'minler üzerinde haiz olduğu hak, onların bizzat kendileri hakkında haiz oldukları haktan daha fazladır..." (Ahzab, 33/6)
"Resulüllah'ın sizi çağırmasını, sizin birbirinizi davet etmenizle bir tutmayın..." (Nur, 24/63)
"Muhakkak ki, Allah ve melekleri Peygamber'e hep salat ederler. Ey iman edenler! Siz de O'na salat edin ve tam bir içtenlikle selam verin." (Ahzab, 33/56)
"... Çünkü bu hareketiniz Peygamber'i rahatsız ediyor. Lakin utandığından ötürü size karşı bir şey söylemiyordu..." (Ahzab, 33/53)
Bunlar ve benzeri ayetler, mü'minlere Resulüllah'a (s.a.s.) karşı nasıl bir edep tavrı takınması gerektiğini öğretmektedir. Rahmet Peygamberi'ne karşı, davranışların nasıl olması gerektiğini bildiren bir çok ayet-i kerimenin olması, Resulüllah'a (s.a.s.) karşı adabın ehemmiyetini gösterir.
Ashab-ı Kiram'ın Resulüllah (s.a.s.) Karşısındaki Edebi
Bu mevzuda, önce Allah Resulü'nün asırların en hayırlısı olarak tavsif ettiği Sahabe-i Kiram'ın nasıl hareket ettiğine bakmalıyız. Çünkü biz, Resulüllah'a (s.a.s.) karşı edebi önce onlardan öğrenebiliriz. Zira onlar, yüce Nebi'nin (s.a.s.) rahle-i tedrisinde yetişmişlerdir.
"Peygamberi, kendi aranızda birbirinizi çağırdığınız gibi çağırmayınız..." (Nur, 24/63) ayetinden dolayı Sahabe-i Kiram'ın Peygamber Efendimize, ismiyle çağrılmasına müsaade etmiş olmasına rağmen ismiyle hitap etmediklerini, aksine O'na (s.a.s.) seslenir, hitap eder veya O'ndan (s.a.s.) bahsederken "Ya Resulallah, Ya Nebiyyallah" diye hitap ettiklerini görmekteyiz. Kays b. Haris ve Akra b. Habis, bir öğle vakti Resulüllah (s.a.s.) odasında uyurken Beni Temim'den bir heyetle gelmişler, "Ya Muhammed! Dışarı çık, yanımıza gel!" diye seslenmişlerdir. Bunun üzerine,
"Ama seni evinin dışından ünleyenlerin ise ekserisi düşüncesiz, makul davranmayan kimselerdir." (Hucurat, 49/4)
mealindeki ayet nazil olmuştur.1 Allah (c.c.) bu durumu, Resulüllah'ın (s.a.s.) kadrinin bilinmemesi ve O'na (s.a.s.) karşı bir hürmetsizlik olarak bildirmiştir. Çünkü bunlar, henüz dini öğrenmemiş, edep-erkan bilmeyen bedevilerdi.
Yine Sahabe,
"Ey iman edenler: Söz ve hareketlerinizde ileri gidip de Allah'ın ve Resulü'nün önüne geçmeyin, Allah'a karşı gelmekten sakının. Allah her şeyi hakkıyla işitir ve görür." (Hucurat, 49/1)
ayetine ittibaen, Resulüllah (s.a.s.) onlara bir şey sorunca, sorunun cevabını biliyor olsalar da, "Allahü ve Rasulühu a'lemu = Allah ve Resulü en doğrusunu bilir." ifadesiyle karşılık verirlerdi.
İnsanlık, gerçek medeniyeti Hz. Muhammed (s.a.s.) sayesinde tanıdı ve benimsedi. O'ndan sonra bu istikamette gösterilen her gayret, O'nun getirdiği esasları taklid ve ta'dilden öteye gitmemiştir. Bu itibarla da, O'na "hakiki medeniyetin kurucusu" demek daha uygun olacaktır.
***
Tembele ve tembelliğe yüz vermeyen, çalışmayı ibadet sayıp çalışkanı alkışlayan, arkasındakilere yaşadıkları çağın ötesini ve topyekün insanlığa
muvazene unsuru olma noktalarını gösteren Hz. Muhammed (s.a.s.)'dir.
Bütün Sahabe, Resulüllah'a (s.a.s.) karşı edepte kusur etmezdi. İşte Ebu Bekir'in (r.a.) O'na (s.a.s.) karşı edebine bir misal:
Resulüllah (s.a.s.) aralarındaki bir anlaşmazlığı gidermek için Beni Amr b. Avf'a gitmişti. Resulüllah (s.a.s.) dönmeden namaz vakti girdi. Müezzin, Ebu Bekir'e (r.a.) gelerek, "Namazı kıldırır mısın, kamette bulunayım mı?" dedi. Ebu Bekir (r.a.) "Olur." dedi ve namaz kıldırmak için ileri geçip, namaza başladı. Bu esnada Resulüllah (s.a.s.) geldi ve birinci safa kadar yürüdü. Resulüllah'ın (s.a.s.) gelişini görünce Ashab, Ebu Bekir'in (r.a.) geri çekilmesi için el çırpmaya başladı. Ebu Bekir (r.a.) dikkat edince Resulüllah'ı (s.a.s.) gördü. Efendimiz, Ebu Bekir'e namaza devam etmesini işaret ettiyse de o geri çekildi ve Resulüllah (s.a.s.) öne geçerek namazı kıldırdı. Namazdan sonra Nebi (s.a.s.): "Ey Ebu Bekir, işaret etmeme rağmen niçin namazı kıldırmadın?" buyurunca; edep insanı Ebu Bekir (r.a.) şöyle cevap verdi: "Ebu Kuhafe'nin oğluna, Resulüllah'ın (s.a.s.) önüne geçerek namaz kıldırmak uygun düşmez."2
Hz. Ebu Bekir'in bu cevabı bir açıdan daha çok manidardır. Kendisi için Ebu Bekir veya bir başka unvanını değil de, "Ebu Kuhafe'nin oğlu" tabirini kullanması, onun engin tevazuunu ve kendisini nasıl hiç gördüğünü gösterir. Çünkü Araplarda bir insanı, mesela, "falanın babası" gibi bir unvanla anmak şeref ifade ederken, babasının ismiyle, "falanın oğlu" diye anmak, daha ziyade tahkir ifade eder.
Ashab-ı Kiram'ın Resullüllah (s.a.s.) karşısındaki edebini anlatırken, Allah Resulü'nü, Medine'ye hicreti esnasında altı aya yakın misafir eden Ebu Eyyub el-Ensari'yi (r.a.) unutamayız.
Resulüllah (s.a.s.) Mekke'den Medine'ye hicret buyurduklarında Ebu Eyyub'un (r.a.) evinde konakladılar. Peygamber Efendimiz alt kata yerleşmişti. Ebu Eyyub (r.a.) ise üst katta oturuyordu. Gece olup herkes yatınca Ebu Eyyub (r.a.) Resulüllah'ın (s.a.s.) alt katta olduğunu, O'na vahiy gelebileceğini, kendisinin vahiyle Resulüllah'ın (s.a.s.) arasına girdiğini ve uyuduğunda sağa-sola dönünce toz kaldırmaktan, Peygamber Efendimiz'in bunlardan rahatsız olmasından korkarak sabaha kadar hiç gözünü yummadı. Sabah olur olmaz hemen Resulüllah'ın huzuruna varıp, "Ya Resulallah, bu gece ne ben, ne de hanımım gözümüzü yumduk." dedi. Resulüllah (s.a.s.): "Niçin ya Eba Eyyub?" diye sorunca; "Benim üst katta, sizin ise alt katta kaldığınızı düşündüm. Eğer uyursam, uykuda hareket edip üzerinize toz düşürürüm ve siz de bundan rahatsız olursunuz. Ayrıca ben, vahiyle aranıza girdim diye korktum. Onun için uyuyamadım." dedi.3
Ashabtan hiç kimse, Resulüllah'a (s.a.s.) karşı edep ve hürmette kusur etmiyordu. O kadar ki, Resulüllah konuşurken öylesine sessiz ve dikkatli dinlerlerdi ki, sanki başlarında kuş var da, en ufak bir harekette uçacağı zannedilirdi. Resulüllah'a (s.a.s.) soru sormaktan bile çekinirler, yeni şeyler öğrenmek için dışarıdan yeni Müslüman olmuş birinin gelip, soru sormasını temenni ederlerdi.
O'nun Hatırasına Saygı
Sahabe, Resulüllah'ın (s.a.s.) irtihalinden sonra da O'nun hatırasına karşı fevkalade saygı ve hürmetle davranmışlar, O'nun (s.a.s.) zamanında yaptıkları bir şeyi daha sonraki devirlerde Efendimiz'e hürmetleri sebebiyle değiştirmemişlerdir.
İşte Hz. Ömer'in tavrı: Birisi Hz. Ömer'e niçin hala tavaf esnasında remel ve hervele (hafif koşar adımlarla ve heybetlice yürümek) yapılıp sağ omuzun açıldığını sorar. (Resulüllah (s.a.s.), Hudeybiye Anlaşması'ndan sonra yaptığı kaza umresinde, Mekkeli müşrikler, Müslümanlar'ı zayıf ve güçsüz görmesin diye, onlara heybetli görünmek maksadıyla tavafta hafif koşarak ve dik bir şekilde vakarla yürümüş ve ashabına da aynı şeyi emretmişti. Ama artık hac veya umre esnasında müşrikler yoktu. Zahiri illet ortadan kalkmıştı. Niçin aynı harekete devam edilsindi? Buna Hz. Ömer şöyle cevap verir: "Evet, Allah İslam'ı aziz kıldı, kuvvetlendirdi. Küfrü ve kafirleri ortadan kaldırdı. Ama bununla beraber biz, Resulüllah (s.a.s.) zamanında yaptığımız bir şeyi terketmeyiz."4
O'nun (s.a.s.) hatırasına gösterilen bir diğer hürmet şeklini de Abdullah b. Amr b. el-As'tan (r.a.) nakledelim: Abdullah b. Amr (r.a.), sahabe'nin en abidlerinden, zühd ve vera sahibi olanlarından idi. Çok oruç tutar, çok namaz kılardı. Resulüllah (s.a.s.), ayda bir hatim yapmasını söyleyince; "Kuvvetliyim, daha fazlasını yapabilirim." demişti. Resulüllah (s.a.s.); "Öyleyse, on günde bir hatim yap." buyurmuşlardı. Ayrıca her aydan da üç gün oruç tutmasını söylemişti. O, "Güçlüyüm, daha fazlasını yapabilirim." deyince, en sonunda Resulüllah (s.a.s.): "Öyleyse bir gün oruç tut, bir gün ye. Bu, kardeşim Davud'un (a.s.) orucudur." buyurmuştu.
Nihayet Abdullah b. Amr (r.a.) yaşlanmış, güç ve kuvvetten düşmüş, zayıflamıştı. Fakat yine de Resulüllah'a (s.a.s.) oruç ve Kur'an tilavetinde verdiği sözü yerine getirmeye çalışıyor, fakat zaman zaman şöyle hayıflanıyordu: "Keşke Resulüllah'ın (s.a.s.) ruhsatını kabul etseydim..."Sonra da şunu ekliyordu sözüne: "Fakat Resulüllah'ın (s.a.s.) zamanında yaptığım bir şeyi O'nun (s.a.s.) vefatından sonra bırakmayı uygun görmem."5
Hayatında O'na (s.a.s.) hürmet ve adapta kusur etmeyen ashab, vefatından sonra O'nun (s.a.s.) koymuş olduğu bir eşyayı yerinden kaldırmayı bile O'na (s.a.s.) karşı bir edepsizlik telakki ediyor, O'nun (s.a.s.) hatırasını olduğu gibi yaşatmak istiyordu. Onlardan, edep ve hürmet adına bundan başkası da beklenemezdi.
Abdullah b. Abbas (r.a.) anlatıyor:
Hz. Ömer'in yolu üzerinde Hz. Abbas'ın (r.a.) damının üzerinde bir su oluğu vardı. Bir cuma günü Hz. Ömer (r.a.) en güzel elbisesini giyip dışarı çıktı. Abbas (r.a.) o gün damın üzerinde iki tavuk kesmişti. Hz. Ömer tam oluğun altından geçerken üzerine kan damladı. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a.), oluğun derhal oradan çıkarılmasını emretti. Sonra evine geri dönüp elbisesini değiştirdi ve cuma namazını kıldırmak için camiye gitti. Hutbede, "İnsanlar, neden başkalarına eza verecek şekilde davranırlar. Yolda gelirken üzerime falanca oluktan kan damladı. Sonra o oluğun yerinden çıkarılmasını söyledim." şeklinde umumi bir ikazda bulundu. Namazdan sonra Abbas (r.a.), Hz. Ömer'in yanına gelerek, "€˜Vallahi o oluğu oraya Resulüllah (s.a.s.) koymuştu." dedi. Ömer (r.a.) bunu duyunca: "€˜Ey Abbas, Allah aşkına senden, omuzuma basıp, o oluğu eski yerine koymanı istiyorum." dedi. Hz. Ömer, Abbas (r.a.)'ı omuzları üzerinde kaldırdı. Hz. Abbas da (r.a.) ayaklarını Hz. Ömer'in omuzlarına koyarak, oluğu Resulüllah'ın (s.a.s.) koymuş olduğu yere tekrar yerleştirdi.6
Tabiun'un Hassasiyeti
Sahabilerden sonra gelen Tabiun nesli de Resulüllah'a (s.a.s.) karşı edepte kusur etmiyorlardı. Muhaddislerin, O'nun (s.a.s.) sözlerini naklederken takındıkları tavır buna en güzel misaldir.
A'meş, Dırar b. Mürre'den şunu nakleder: "Onlar, Resulüllah'tan (s.a.s.) abdestsiz iken hadis rivayet etmeyi uygun görmezlerdi. A'meş, abdestsiz iken hadis rivayet etmek mecburiyetinde kalsa, en azından teyemmüm ederdi."7
Malik b. Enes de Resulüllah'ın (s.a.s.) hadislerine hürmeten, abdestsiz iken hadis rivayet etmezdi.8
Tabiinden Said b. el-Müseyyeb'in şu tavrı da zikre değer: "Said b. el-Müseyyeb ölüm döşeğinde iken Resulüllah'ın (s.a.s.) bir hadisini nakletmek ister ve şöyle der: "Beni oturtunuz. Çünkü ben, yatarken Resulüllah'tan (s.a.s.) hadis rivayet etmeyi kerih görüyorum."9
Pek çoğu hadis rivayet edeceği zaman güzelce temizlenir, en güzel elbisesini giyer ve abdest alırdı. Ebu'l-Aliye, Resulüllah'tan (s.a.s.) hadis rivayet ederken güzel kokular süründüğünü söyler. İmam Malik de hadis rivayet edeceği zaman abdest alır, en güzel elbisesini giyer ve sakalını tarardı. Kendisine niçin böyle yaptığı sorulunca, "Resulüllah'ın (s.a.s.) hadisine hürmet ediyorum." derdi.10
On dört asırdır bütün kitaplara ve dualara hamdden sonra O'na (s.a.s.) salat ve selamla başlanması, bu hürmet ve adabın, O'na karşı vazifemizin tezahüründen ibarettir.
Allah Resulü ve Ecdadımız
Ecdadımız da, Resulüllah'a (s.a.s.) tazim ve hürmette kusur etmemeye a'zami derecede hassasiyet göstermiştir. Resulüllah Efendimiz, kendi adının künyesiyle beraber olmamak şartıyla alınabileceğini bildirmesine rağmen,11 ecdadımızın, Resulüllah'a (s.a.s.) duyduğu derin hürmet ve muhabbetten dolayı, O'nun (s.a.s.) adını olduğu gibi almayı, O isme layık bir hayatı yaşamanın imkansızlığı sebebiyle, bir nevi O'na (s.a.s.) karşı edepsizlik ve hürmetsizlik olarak telakki edip, çocuklarına verdikleri "Muhammed" ismini yazarken aynen kullansalar da Mehmed şeklinde telaffuz ettiği kaydedilmektedir.
Ahmed, Mehmed (Muhammed), Mahmud ve Mustafa gibi Efendimiz'e ait isimlerin cemiyetimizde en çok bulunan isimler olması da, O'na karşı duyulan ayrı bir hürmet ifadesinin göstergesidir.36 Osmanlı padişahından on beşinin isminin Efendimiz'in ismiyle aynı olması (altı Mehmed, üç Ahmed, dört Mustafa ve iki Mahmud), onların bu husustaki hassasiyetlerini gösteren güzel bir misaldir.
Efendimiz ve O'nun (s.a.s.) Ehl-i Beytine ait olan eşyalara "Mukaddes Emanetler" nazarıyla bakılıp, bu emanetleri sarayın Hırka-i Saadet Dairesi'nde muhafaza etmeleri, Yavuz'un Mısır seferinden dönüş tarihi olan 25 Temmuz 1517'den 3 Mart 1924 senesine kadar 406 yıl 7 ay 8 gün boyunca hiç ara vermeden her gün 24 saat hafızlara Hırka-i Saadet Dairesi'nde Kur'an okutmaları da, ecdadımızın Efendimiz'e ve O'nun getirdiği dine hürmet ve bağlılıklarının tezahüründen başka bir şey değildir.
Dört asırdan fazla bir süreyle her hac mevsiminde Haremeyn'e gönderilen Sürre Alayları ve bunlarla o beldelere gönderilen sayısız hediyeler, yüce Nebi'nin (s.a.s.) beldesine hürmetin bir başka ifadesidir.
Sakal-ı şerif ziyaretleri, bilhassa Arapça ve Farsça dahil, diğer dillerdekinden çok daha fazla sayıda ve derinlikte edebiyatımızda gelişen na'tlar, evlerimizin, işyerlerimizin tezyinatı hilye-i şerifler, sevinçli ve kederli günlerimizde, mukaddes gecelerde okunan mevlid-i şerifler, Resulüllah'a (s.a.s.) duyulan sevgi ve hürmeti göstermektedir.
Yine O'nun (s.a.s.) hadislerini dilimize tercüme ederken "Resulüllah (s.a.s.) şöyle dedi." yerine "Resullülah (s.a.s.) şöyle buyurdu." denilmesi, mübarek isminin daima tazimle anılması, Efendimiz'e karşı takınılan edepten dolayıdır.
Efendimize, "Ya Rasulallah" demek bile yeterli değildir. Zira bu hitap, O'na, Allah'ın hitabıdır. O'nu anlayan İmam-ı Rabbani gibi zatlar, her defasında değişik bir ta'zim tabiriyle O'nu belli bir saygı ile anar ve O'nun hakkında herkesi saygılı olmaya çağırırlar.
İşte cevahir kadrini bilen bir cevherfüruşun O'nunla alakalı bazı ifadeleri: "Hak şöyle dedi; Hakikat ise diyor ki, Hatem-i Divan-ı Nübüvvet Olan O Zat, O Şeref-i Nev-i İnsan ve Ferid-ü Kevn ü Zaman şöyle buyuruyorlar. ..."
Evet, cevahir kadrini cevherfürüşan olan bilir. Sarraf, altını eline aldığı zaman hemen onun kaç ayar olduğunu anlar. Aynen onun gibi, Allah Rasulü'nü anlamak için de, O'nu, Hz. Ebu Bekir'den başlayıp, Bediüzzaman'a kadar uzanan altın veya zebercet bir silsile içinde yer almış büyüklerden sormak icabeder.
İhtimal onlar, size O büyük Zat"ı, "ma arafnake hakka ma'rifetike=seni hakkıyla bilemedik" sözüyle anlatacak ve bu konudaki acziyetlerini ortaya koyacaklardır.
Sonuç ve Önemli Bir Hatırlatma
Resulüllah'ın (s.a.s.) ismi anılınca veya O'ndan (s.a.s.) bahsederken edepli olmak ve O'na (s.a.s.) salat ü selamda bulunmak, Efendimiz'e karşı vazifelerimizdendir. O'na salat ü selamda bulunma, O'nun (s.a.s.) şefaatına ve dualarımızın kabulüne en önemli vesilelerden biridir. O'na karşı hürmetin en büyük göstergesi de, O'nun dinini yaşamak, bu arada Sünnetine gerektiği ölçüde uymaktır.
"Allah, Resulüllah'ın sizi çağırmasını, sizin birbirinizi davet etmenizle bir tutmayın..."(Nur, 24/63) buyururken, Resulüllah'tan, bahsederken sadece ismini söylemek nasıl uygun olur? İyi niyetle de olsa, bu bir hatadır. Hele Resulüllah'a eza verecek şeylerden bütün bütün kaçınmak elzemdir. Zira,
"Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamberin sesinden fazla yükseltmeyin. Birbirinizle yüksek sesle konuştuğunuz gibi O'nunla da öylece konuşmayın. Yoksa siz farkında olmadan bütün emekleriniz hiçe iniverir." (Hucurat, 49/2)
tehdidi vardır. Merhum Elmalılı Hamdi Yazır (r. aleyh), bu ayetin tefsirini yaparken şunları kaydeder:
"Çünkü Peygamber'e hürmetsizliğe ve ezaya bais olabilen sözler küfre varabilir. Küfür ise amali (amelleri) habt eder (boşa giderir). Burada "Fakat siz şuurunda olmazsınız." kaydıyla, şuurun nefyinden şu anlaşılır ki, bu nefyolunan refi' ve cehirden [Peygamberin sesinin üstünde bir sesle konuşmak ve O'na (s.a.s.) yüksek sesle hitap etmek] murad, yalnız istihfaf ve saygısızlık kasdıyla olanlar değildir. Çünkü o, mü'minlerden suduru melhuz olmayan sarih küfürdür. Fakat sarih küfür olmamakla beraber, dolayısıyla ona varan küfür mazinnesi olan (küfür olma ihtimali bulunan) haller de vardır. Bazı fiiller vardır ki, küfür kasdıyla yapılmasalar bile küfür tehlikesini haiz olurlar. Peygamber'e eza, bu kabildendir."12
O'na (s.a.s.) ismiyle hitap bir küfür sözü olmasa bile, bir nevi hürmetsizliktir. Nasıl büyükler için "efendi, bey, sayın" gibi hürmet ifadeleri kullanıyorsak, Resulüllah'tan (s.a.s.) bahsederken de O'nun (s.a.s.) ismini hürmet ifadeleriyle zikretmemiz ve O'na gereken tazimi her zaman göstermemiz gerekmez mi? O'ndan bahsederken sıradan bir insandan bahsediyor gibi bahsetmek, birtakım sözde gerekçelerle Muhammed, Peygamber gibi lafızları tek başına kullanıp, bir "hazreti" ifadesini bile O'na çok görmek, hele hele O'nu adeta sıradanlaştırmak, kişinin O'nunla, dolayısıyla Allah'la nasıl laubali bir münasebet içinde bulunduğunu ve O'nun (s.a.s.) getirdiği dinden behresinin derecesini göstermeye yettiğini zannediyoruz.
DİPNOTLAR:
1. Buhari, büyu 49.
2. Buhari, ezan 48.
3. Ali el-Muttaki, Kenzü'l-ummal 1/294.
4. Ebu Davud, menasik 50; İbn Mace, menasik 29; Müsned, 1/45.
5. Müsned 2/158.
6. İbn Sa'd, Tabakat 4/12-13; el-Heysemi, Mecmeu'z-zevaid 4/206; Ali el-Muttaki, Kenzü'l-ummal 7/66.
7. İbn Abdi'l-Berr, Camiu beyani'l-ilm 2/574.
8. A.g.e. 5/574.
9. A.g.e. 5/575.
10. Haccac el-Hatib, es-Sünnetü kable't-tedvin s. 159.
11. Müslim, adap 1.
12. Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili 6/4451. İst, 1979

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder