ATEŞ ÖYKÜSÜ: HZ. VAHŞİ
Bismike Allahümme. (Allah’ım, Senin isminle başlarım!) Alev, ateş. Kor, köz, yara. Kan ve yangın. Sonra sevgi… İlk bakışta görünmeseler de bu öyküde en çok onlar var. Annesini severdi Efendimiz, doyamadan kaybetti. Babasını görememişti ya dedesini sevdi, kaybetti. Çocukları oldu, canından çok sevdi, birer birer yitirdi. O sevdikçe elinden aldı Yaradan....
Bismike Allahümme. (Allah’ım, Senin isminle başlarım!)
Alev, ateş. Kor, köz, yara. Kan ve yangın. Sonra sevgi… İlk bakışta görünmeseler de bu öyküde en çok onlar var.
Annesini severdi Efendimiz, doyamadan kaybetti. Babasını görememişti ya dedesini sevdi, kaybetti. Çocukları oldu, canından çok sevdi, birer birer yitirdi. O sevdikçe elinden aldı Yaradan. Belki kıskandı en sevdiği kulu, belki sınadı. Neticede; yandı canı Muhammed(sav)’in. Ebû Talib’in hanımı vefat ettiğinde “Annem öldü.” dedi, öyle severdi. Sevmese, üzülmezdi! Ama sevmekten geri durmadı Fahr-i Kainat. Sevgi peygamberi, Sevgili’nin elçisiydi. Amcası Hz.Hamza’yı da severdi. Onu kaybedişinin öyküsüdür bu. Dahası, Vahşi’nin onu Efendimizden koparışının hikâyesidir.
Uhud. Miladî 625.
Mahşerî kalabalıkta; kılıç sesleri, tekbir nidaları ve savaş naraları… Hz.Hamza; iki elinde iki kılıç, yiğit bir mücahit; adı göklere “Allah’ın aslanı” olarak yazılmış kutlu sahabe idi. Kalabalık hızlı, çarpışma şiddetliydi. Bir an… Hz.Hamza’nın ayağı kaydı! Yere düşmedi, devrildi. Tüm haşmetiyle heybetin ta kendisi, sırtüstü toprağa yıkıldı. Göğsüne bu darbeyi alan çöl, ölmedi. Kalbi olsaydı dururdu ama yoktu. Her bir kum tanesi inledi: Beddua etti çöl.
O an… Gizlendiği kayanın arkasından, siyahî bir şer çıkageldi. Başından beri kolladığı fırsatı yakalamıştı. Elindeki mızrağı Hz.Hamza’ya doğru fırlattı! Kargı atmada maharetli bir köleydi Vahşi. Efendisi Cübeyr bu yüzden görevi ona vermiş, mükafat olarak “hür ve azatsın” demişti. Bir de Ebû Süfyan’ın karısı Hind’in vaatleri vardı. Öfkenin askeri, nefretin neferi oldu Vahşi. Mızrağı, Hz.Hamza’nın göğsüne saplandı! Uhud sarsıldı. Çöl, kumlarını salmadı katilin üzerine; dağ, başına yıkılmadı. Devam etti vahşet: Hazma(ra)’ya yaklaşıp, mızrağın saplandığı yerden göğsünü yardı hazretin. Ciğerini söktü! Çiğnemesi için Hind’e götürdü emaneti.
Hz.Hamza’nın kaftanı ne renkti, bilmiyorum. Belki neftî, bir ihtimal gök mavisi… Kana boyandı.
…
Kılıç sesleri dinmiş, toz toprak sinmiş ve savaş bitmişti. Efendimiz, şehitler arasında dolaşmaya başladı. Zor tanınan bir cesedin başında durdu. Hz.Hamza; göğsü yarılmış, burun ve kulak gibi uzuvları kesilmiş, param parça bir vücuttu. Yine bir peygamber ağladı: Hz.Muhammed(sav)! “Ey Hazma!” dedi, “Benim için bundan daha büyük bir musibet olamaz!” Mübarek gözyaşı, çöle değdi. Serinlemedi kum; yandı ve inledi.
Çölde bir karartı belirdi, tozu dumana katarak yaklaşıyordu gelen: Hz.Safiyye! “Geri dönsün!” buyurdu Efendimiz. Gelmesin, öz kardeşidir, benim gördüğümü görmesin! Nasıl dayandığımı Allah bilir, bu yükle yüklenmesin. Oğlunu yolladı ona karşı. Sakinleşti toz duman. Hz.Safiyye geri dönmedi, peygamberiyle beraber ağlamak istedi… Hz.Fâtıma da gelince susmak düşer bana, daha fazla anlatamam. İki kelime kalır elimde: Gözyaşı ve çöl.
Bu yüzden Resûl-i Kibriya, ne zaman Uhud’u ansa hüzünlenirdi. “O gün…” diye buyururdu “ölmek için güzel bir gündü!”
Sormaya korkuyorum Allah’ım, sorarsam dilim tutulacak; “Nasıl izin verdin?”
…
Vahşi, Mekke Müslümanlar tarafından fethedilince Taif’e kaçmıştı. Hidayet kovalıyordu onu, o musibet sanarak kaçıyordu. Taif halkının da Müslüman olmaya başlaması korkuttu Vahşi’yi: Yakalandı. Ne Cübeyr’in verdiği fani özgürlük ne de Hind’in sunduğu mal mülk kurtarabilirdi onu. Kendisini kovalayan her neyse teslim olmak istedi. Yine de korkuyordu. Efendimizden İslam’a davet mektubu aldığı hâlde müspet cevap veremiyordu. Bunun üzerine üç ayrı mektup daha aldı: Furkan, 72. Nisâ, 48. Zümer, 53. Yazdığı her mektuba ayetlerle mukabele edilen Vahşi, Allah’tan kaçamayacağını anladı. İman etmek üzere Efendimizin yanına geldi, kelime-i şahadet getirdi. Efendimiz “Sen Vahşi değil misin?” diye sordu, Vahşi “Evet.” dedi. Efendimiz “Buyur, şuraya otur.” karşılığını verdikten sonra amcasının katlini öğrenmek istedi. Vahşi günahını dillendirdi, anlattı her şeyi… Ateş, vazifesini yaptı. Kimseyi kırmayan, kapısına geleni geri çevirmeyen, kin gütmekten uzak naif elçi, sevgi peygamberi! “Ey Vahşi!” dedi, “Gözüme gözükme!” Çünkü ne zaman Vahşi’nin gözlerine baksa Hz.Hamza’nın kan revan yüzünü görecekti. Ne zaman Vahşi, Efendimizin gözlerine dalsa, sökülmüş bir ciğeri hatırlayacak, işlediği suçun azabında boğulacaktı. İkisi de dayanabilsin diye… Kavuşurken ayrıldı seven, Sevdiğinden.
Nihayetinde bir densiz, fikirlerinin nasıl sınırlara dayandığını fark edemeyip düşündü: Müslümanlık “müjdesi”, bir kereye mahsus “ceza” olduysa Hz.Vahşi’ye olmuştur. Hz.Hamza’yı öldürmesinin bedelidir belki de Vahşi’nin imânı. Dünyadaki cehennem ateşidir. İman ettiği peygamberin amcasını öldürmüş olmak yükü, büyük imtihan! “Hz.Vahşi’nin içinde bir uçurum belirdi, tutuştu. Hem boşluk oldu hem yangın.” desem şimdi… Dünya kelimelerinin aczine hükmeder, tüm yazıyı yok ederim. Bu yüzden sakınıyorum.
…
“Kâbilse, bana biraz seyrek görün!” emri üzerine mahcup bir sahabe; hem hazrettir hem vahşi. Herkesin akın akın koştuğu, bakmaya doyamadığı Kainatın Efendisi’ne yakın olduğu kadar uzak düşmüştür. Meclislerine canla başla gitmek isteyip, aynı canıyla gitmemiştir çoğu zaman. Dayanamayıp gittiğinde, kalabalığın en kuytusu ona aittir. O’nu görmeyi çok isteyip ona görünmemesi gerektiği için yeri tenhadır. Tenha burada “acı” demektir, “yara, hasret” anlamı taşır… Ve hazin bir tereddüttür Hz.Vahşi’ninki: “Selam versem alır mı, alsa tebessüm eder mi?”
…
İki yıl geçti. Hz.Vahşi, içindekini söndürecek bir cümle ile müşerref olamadı. “Artık bana görünebilirsin.” müjdesine mazhar olmuş değildi. Böylece vefat etti Resul-i Kibriya. Geride, bir yangın bıraktı.
Tek bir tesellisi olabilirdi bu ateşin: Peygamberimize “Hz.Vahşi’ye neden beddua etmiyorsun yâ Resûlallah?” diye sorulduğunda, Efendimizin verdiği cevap: “Hz.Vahşi ve Hz.Hamza’yı, kol kola cennete girerken gördüm.”
…
Müseylime-i Kezzab: Sahte peygamber! Hz.Vahşi, Yemame’ye gittiği sırada ölmek istiyordu, şehit olmak ve omuzlarına çökmüş ağırlıktan kendini kurtarmak. Bitsin istiyordu, uçurumlar yok olsun, alevin harı sönsün. Olmadı, sahte peygamberi ortadan kaldırdı. Müseylime’yi öldürdüğü mızrak, yıllar önce Hz.Hamza’nın göğsüne sapladığıydı. “Cahiliye zamanımda insanların en hayırlısını, Müslüman olduktan sonra insanların en şerlisini öldürdüm” diyen Vahşi(ra)’nin paslı mızrağı! Diyetini ödeyebilmiş midir bilinmez. Ancak sahibinin feryadını en iyi o işitmiştir: “Gördüm onu! Gördüm onu!”
“Yâ Resûlallah! Artık sana görünebilir miyim?”
…
Ey ateşten öyküsünü yazmaya niyet ettiğim sahabe, Hz.Vahşi! Diğer tüm tanımları unut, aşk; yanıp da sönmemek!
Şimdi cennettesin. Hz.Hamza’nın yanında! Söndü mü içindeki?
Bismike Allahümme. (Allah’ım, Senin isminle başlarım!) Alev, ateş. Kor, köz, yara. Kan ve yangın. Sonra sevgi… İlk bakışta görünmeseler de bu öyküde en çok onlar var. Annesini severdi Efendimiz, doyamadan kaybetti. Babasını görememişti ya dedesini sevdi, kaybetti. Çocukları oldu, canından çok sevdi, birer birer yitirdi. O sevdikçe elinden aldı Yaradan....
Bismike Allahümme. (Allah’ım, Senin isminle başlarım!)
Alev, ateş. Kor, köz, yara. Kan ve yangın. Sonra sevgi… İlk bakışta görünmeseler de bu öyküde en çok onlar var.
Annesini severdi Efendimiz, doyamadan kaybetti. Babasını görememişti ya dedesini sevdi, kaybetti. Çocukları oldu, canından çok sevdi, birer birer yitirdi. O sevdikçe elinden aldı Yaradan. Belki kıskandı en sevdiği kulu, belki sınadı. Neticede; yandı canı Muhammed(sav)’in. Ebû Talib’in hanımı vefat ettiğinde “Annem öldü.” dedi, öyle severdi. Sevmese, üzülmezdi! Ama sevmekten geri durmadı Fahr-i Kainat. Sevgi peygamberi, Sevgili’nin elçisiydi. Amcası Hz.Hamza’yı da severdi. Onu kaybedişinin öyküsüdür bu. Dahası, Vahşi’nin onu Efendimizden koparışının hikâyesidir.
Uhud. Miladî 625.
Mahşerî kalabalıkta; kılıç sesleri, tekbir nidaları ve savaş naraları… Hz.Hamza; iki elinde iki kılıç, yiğit bir mücahit; adı göklere “Allah’ın aslanı” olarak yazılmış kutlu sahabe idi. Kalabalık hızlı, çarpışma şiddetliydi. Bir an… Hz.Hamza’nın ayağı kaydı! Yere düşmedi, devrildi. Tüm haşmetiyle heybetin ta kendisi, sırtüstü toprağa yıkıldı. Göğsüne bu darbeyi alan çöl, ölmedi. Kalbi olsaydı dururdu ama yoktu. Her bir kum tanesi inledi: Beddua etti çöl.
O an… Gizlendiği kayanın arkasından, siyahî bir şer çıkageldi. Başından beri kolladığı fırsatı yakalamıştı. Elindeki mızrağı Hz.Hamza’ya doğru fırlattı! Kargı atmada maharetli bir köleydi Vahşi. Efendisi Cübeyr bu yüzden görevi ona vermiş, mükafat olarak “hür ve azatsın” demişti. Bir de Ebû Süfyan’ın karısı Hind’in vaatleri vardı. Öfkenin askeri, nefretin neferi oldu Vahşi. Mızrağı, Hz.Hamza’nın göğsüne saplandı! Uhud sarsıldı. Çöl, kumlarını salmadı katilin üzerine; dağ, başına yıkılmadı. Devam etti vahşet: Hazma(ra)’ya yaklaşıp, mızrağın saplandığı yerden göğsünü yardı hazretin. Ciğerini söktü! Çiğnemesi için Hind’e götürdü emaneti.
Hz.Hamza’nın kaftanı ne renkti, bilmiyorum. Belki neftî, bir ihtimal gök mavisi… Kana boyandı.
…
Kılıç sesleri dinmiş, toz toprak sinmiş ve savaş bitmişti. Efendimiz, şehitler arasında dolaşmaya başladı. Zor tanınan bir cesedin başında durdu. Hz.Hamza; göğsü yarılmış, burun ve kulak gibi uzuvları kesilmiş, param parça bir vücuttu. Yine bir peygamber ağladı: Hz.Muhammed(sav)! “Ey Hazma!” dedi, “Benim için bundan daha büyük bir musibet olamaz!” Mübarek gözyaşı, çöle değdi. Serinlemedi kum; yandı ve inledi.
Çölde bir karartı belirdi, tozu dumana katarak yaklaşıyordu gelen: Hz.Safiyye! “Geri dönsün!” buyurdu Efendimiz. Gelmesin, öz kardeşidir, benim gördüğümü görmesin! Nasıl dayandığımı Allah bilir, bu yükle yüklenmesin. Oğlunu yolladı ona karşı. Sakinleşti toz duman. Hz.Safiyye geri dönmedi, peygamberiyle beraber ağlamak istedi… Hz.Fâtıma da gelince susmak düşer bana, daha fazla anlatamam. İki kelime kalır elimde: Gözyaşı ve çöl.
Bu yüzden Resûl-i Kibriya, ne zaman Uhud’u ansa hüzünlenirdi. “O gün…” diye buyururdu “ölmek için güzel bir gündü!”
Sormaya korkuyorum Allah’ım, sorarsam dilim tutulacak; “Nasıl izin verdin?”
…
Vahşi, Mekke Müslümanlar tarafından fethedilince Taif’e kaçmıştı. Hidayet kovalıyordu onu, o musibet sanarak kaçıyordu. Taif halkının da Müslüman olmaya başlaması korkuttu Vahşi’yi: Yakalandı. Ne Cübeyr’in verdiği fani özgürlük ne de Hind’in sunduğu mal mülk kurtarabilirdi onu. Kendisini kovalayan her neyse teslim olmak istedi. Yine de korkuyordu. Efendimizden İslam’a davet mektubu aldığı hâlde müspet cevap veremiyordu. Bunun üzerine üç ayrı mektup daha aldı: Furkan, 72. Nisâ, 48. Zümer, 53. Yazdığı her mektuba ayetlerle mukabele edilen Vahşi, Allah’tan kaçamayacağını anladı. İman etmek üzere Efendimizin yanına geldi, kelime-i şahadet getirdi. Efendimiz “Sen Vahşi değil misin?” diye sordu, Vahşi “Evet.” dedi. Efendimiz “Buyur, şuraya otur.” karşılığını verdikten sonra amcasının katlini öğrenmek istedi. Vahşi günahını dillendirdi, anlattı her şeyi… Ateş, vazifesini yaptı. Kimseyi kırmayan, kapısına geleni geri çevirmeyen, kin gütmekten uzak naif elçi, sevgi peygamberi! “Ey Vahşi!” dedi, “Gözüme gözükme!” Çünkü ne zaman Vahşi’nin gözlerine baksa Hz.Hamza’nın kan revan yüzünü görecekti. Ne zaman Vahşi, Efendimizin gözlerine dalsa, sökülmüş bir ciğeri hatırlayacak, işlediği suçun azabında boğulacaktı. İkisi de dayanabilsin diye… Kavuşurken ayrıldı seven, Sevdiğinden.
Nihayetinde bir densiz, fikirlerinin nasıl sınırlara dayandığını fark edemeyip düşündü: Müslümanlık “müjdesi”, bir kereye mahsus “ceza” olduysa Hz.Vahşi’ye olmuştur. Hz.Hamza’yı öldürmesinin bedelidir belki de Vahşi’nin imânı. Dünyadaki cehennem ateşidir. İman ettiği peygamberin amcasını öldürmüş olmak yükü, büyük imtihan! “Hz.Vahşi’nin içinde bir uçurum belirdi, tutuştu. Hem boşluk oldu hem yangın.” desem şimdi… Dünya kelimelerinin aczine hükmeder, tüm yazıyı yok ederim. Bu yüzden sakınıyorum.
…
“Kâbilse, bana biraz seyrek görün!” emri üzerine mahcup bir sahabe; hem hazrettir hem vahşi. Herkesin akın akın koştuğu, bakmaya doyamadığı Kainatın Efendisi’ne yakın olduğu kadar uzak düşmüştür. Meclislerine canla başla gitmek isteyip, aynı canıyla gitmemiştir çoğu zaman. Dayanamayıp gittiğinde, kalabalığın en kuytusu ona aittir. O’nu görmeyi çok isteyip ona görünmemesi gerektiği için yeri tenhadır. Tenha burada “acı” demektir, “yara, hasret” anlamı taşır… Ve hazin bir tereddüttür Hz.Vahşi’ninki: “Selam versem alır mı, alsa tebessüm eder mi?”
…
İki yıl geçti. Hz.Vahşi, içindekini söndürecek bir cümle ile müşerref olamadı. “Artık bana görünebilirsin.” müjdesine mazhar olmuş değildi. Böylece vefat etti Resul-i Kibriya. Geride, bir yangın bıraktı.
Tek bir tesellisi olabilirdi bu ateşin: Peygamberimize “Hz.Vahşi’ye neden beddua etmiyorsun yâ Resûlallah?” diye sorulduğunda, Efendimizin verdiği cevap: “Hz.Vahşi ve Hz.Hamza’yı, kol kola cennete girerken gördüm.”
…
Müseylime-i Kezzab: Sahte peygamber! Hz.Vahşi, Yemame’ye gittiği sırada ölmek istiyordu, şehit olmak ve omuzlarına çökmüş ağırlıktan kendini kurtarmak. Bitsin istiyordu, uçurumlar yok olsun, alevin harı sönsün. Olmadı, sahte peygamberi ortadan kaldırdı. Müseylime’yi öldürdüğü mızrak, yıllar önce Hz.Hamza’nın göğsüne sapladığıydı. “Cahiliye zamanımda insanların en hayırlısını, Müslüman olduktan sonra insanların en şerlisini öldürdüm” diyen Vahşi(ra)’nin paslı mızrağı! Diyetini ödeyebilmiş midir bilinmez. Ancak sahibinin feryadını en iyi o işitmiştir: “Gördüm onu! Gördüm onu!”
“Yâ Resûlallah! Artık sana görünebilir miyim?”
…
Ey ateşten öyküsünü yazmaya niyet ettiğim sahabe, Hz.Vahşi! Diğer tüm tanımları unut, aşk; yanıp da sönmemek!
Şimdi cennettesin. Hz.Hamza’nın yanında! Söndü mü içindeki?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder