Kelime-i Şehadet Sarayının Sultan-ı Rusülü
İlahî muhabbet sâikıyla yaratılan kâinâtın ve onun özü durumundaki insanın aslî cevherini Muhammedî nûr teşkîl eder.
Bu cihetle hakîkat-i Muhammediyye, muhabbet saltanatının zuhûr aynasıdır. Varlığı gölgesine alan muhabbet nûru, semânın ve yeryüzünün teşekkülüne vesîle olmuştur. Allâh Teâlâ, O’na buyurmuş, böylece O, bütün mahlûkâta zirve teşkîl etmiştir. Hem öyle bir zirve ki, Cenâb-ı Hakk, O’nun ism-i şerîfini tâ ezelde kendi ism-i şerîfiyle beraber zikretmiş ve levh-i mahfûza:
“Lâilâhe illâllâh Muhammedü’r-Rasûlullâh…” şeklinde nakşetmiştir.
Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-‘ı, cennette işlediği zelleden ötürü dünyâya indirdikten sonra onun semâda bu yazıyı görüp de Hazret-i Muhammed Mustafâ hürmetine af taleb etmesi üzerine mağfirette bulunmuş ve şöyle buyurmuştur:
“-Ey Âdem! O, bana mahlûkatın en sevgili olanıdır. (Duâ edeceğin zaman) O’nun hakkı için bana duâ et! (Çünkü şu an O’nun hakkı için ettiğin duâ sebebiyle) ben seni bağışladım. (Bilesin ki), şâyet Muhammed olmasaydı, seni yaratmazdım.” (Hâkim, Müstedrek, II, 672; Beyhakî, Delâil, V, 488-489)
Kelime-i şehâdette de ifâde ettiğimiz gibi elbette ki O bir “kul”dur. Lâkin bu kulluğu insan hakkındaki telakkîmizle doldurmaya çalışmamalıyız. Zîrâ hakîkat-i Muhammediyye karşısında bizim idrâkimiz, metafizik hâdiseleri kavramak hususunda bir çocuk idrâkinden farksızdır. Çünkü Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kullar içinde seçilmiş, sertâc-ı cihân olmuş bir “rasûl”dür. Hem öyle yüce bir rasûldür ki, bütün peygamberlerin adı, O’nun mübârek adında cemolmuştur. Bütün peygamberlerin getirmiş olduğu şerîat, yâni dîn-i mübîn, O’nun getirdiği İslâm ile kemâl bulmuştur.
Sultanlar adına hutbeler okunur, paralar basılır ve onların devletleri son bulmasın diye duâlar edilir. Lâkin bir zaman sonra, o sultanlar da devletleri de târih sahnesinden siliniverirler. Ancak nebîlerin adına okunan hutbeler böyle değildir. Nebîlerin ve onların vârisi olan velîlerin saltanat ve devletleri dâimîdir, sonsuzdur. Onlar, Hakk katında olduğu gibi gönüllerde de ebedîleşmişlerdir. Pâdişâhların ve devlet ricâlinin saltanatları ise, geçici, gel-geç bir dünyâ saltanatıdır. Dolayısıyla zevâle mahkûmdur. Nitekim öyle de olur. Fakat peygamberler ve velîler, kulları Mevlâ’ya götüren yüce kılavuzlardır. Onlar fânîliği ebedî olana fedâ ederek ölümsüzleşmiş ve zevâlden kurtulmuş müstesnâ rûhlardır. Berzah âleminde de sonraki âlemde de saltanatları devam eden mâneviyat sultanlarıdır. Onlar, dünyâda ve âhırette: (Yûnus, 92) beyânına muhatabdırlar. Bu kıymetli rûhların oluşturduğu safların mihrabında da sertâc-ı enbiyâ Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz vardır.
Bu itibarla her zâhirî pâdişâhın ismi silinir giderken dünyâ ve âhıret sultanı olan Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-‘in mübârek ism-i şerîfi yerde, gökte ve gönüllerde ebedîdir. O halde gönüllere dünyevî pâdişâh ve onlara âid saltanatların nâmını değil, o ebedîlik tahtında oturan eşsiz sultanın nâmını silinmeyen muhabbet yazısı ile yazmalı ki, kalblerimiz, kendisine verilen ulvî kıymetini muhâfaza edebilsin.
Kur’ân-ı Kerîm’de Cenâb-ı Hakk’ın:
“(Ey Rasûlüm!) Sen onların içinde iken Allâh, onlara azâb edecek değildir!..” (el-Enfâl, 33) beyânı müşrikler için vârid olmuş bir âyet-i kerîmedir.
İşârî mânâda bu demektir ki, o Varlık Nûru’nu gönlünde taşıyan mü’minler hakkında büyük müjdeler ve mükâfatlar vardır. Bu demektir ki, bir mü’min kulun gönlü, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-‘e ne kadar muhabbetle dolarsa, o kadar azâb-ı ilâhîden ve gazabullâhdan uzaklaşmış olur. Bu, Cenâb-ı Hakk’ın yüce bir va’didir. Yâni Mevlâ, gönlümüzde Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- varsa bizi helâk etmeyecek ve bize azâbda bulunmayacaktır.
Velîler ve sâlihler, gönül aynalarında en saf ve şeffaf nakışlar görülebilsin diye rûhlarını O’nun muhabbeti ile parlatırlar. Maddî aynalarda ancak cisimleri olan şeyler, şekiller ve renkler görünür. Velîler ve sâlihlerin gönül aynalarında ise, O’ndan akseden nûr ile en şeffaf duygular, düşünceler, duâlar, ilâhî nûr ve feyzler ışıldar.
Güzeller, kendilerini aynada görmek ister. Kendi güzelliklerini sevecek göz ve gönül ararlar. Mutlak güzel olan Rabbin, kâinatı ve insanları yaratışındaki sır da böyledir. Hadîs-i kudsîde:
“Ben gizli bir hazîne idim, bilinmek ve sevilmek istedim.” buyurulması bundandır.
Yaratılışın başlangıcı, O’nun nûru ile vücûd bulduğundan kürre-i arzda zuhûr eden bütün peygamberler, başta Hazret-i Âdem olmak üzere O’ndan niyâbet tarîkı ile O’nun nûrunun feyz ve berekâtını taşımışlardır.
Bütün güzellikler O’na âiddir. O’nun sebebi ile yaratılmışlardır. Nerede bir güzellik varsa, O’ndan akistir. Âlemde bir çiçek açılmaz ki, O’nun nûrundan olmasın! Zîrâ O olmasa idi, hiçbir şey vücûd bulmaz idi. O ki, o yüzden varız… O ki, solmayan, aksine gün geçtikçe tazelik ve taraveti daha da artan serâpâ nûrdan ibâret bir gonca-i ilâhîdir.
Hazret-i Mevlânâ buyurur:
“Cebrâîl -aleyhisselâm-, sadece bir kanadını açınca doğuyu da batıyı da kaplamıştı. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, onu görünce, ona bu heybeti verenin büyüklük ve azametini düşünerek kendinden geçip bayıldı.”
“Lâkin Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, eğer hakîkat-i Muhammediyye’nin o akıl almaz kanadını açsa idi, Cebrâîl ebedî olarak kendinden geçer, bir daha kendine gelemezdi.”
“Zîrâ Habîbullâh, Cebrâîl’le beraber sidretü’l-müntehâ’ya varınca Cebrâîl durmuş ve: demiştir.”
O, canlardan azîz, cânânlardan üstün, her vechile muhabbete en lâyık müstesnâ bir yaratılıştır. Gelmiş ve geleceklerin en güzeli ve fazîletlisi, insanlığa ağlayanların en merhametlisi, yegâne mürşid ve rehberdir. O ki, kız çocuklarını diri diri toprağa gömecek kadar vahşet zindanına düşenleri gözü ve gönlü yaşlı âşıklar hâline getirmiş, onlara kitabı, sırrı ve hikmeti öğretmiştir. O’nu her şeyden üstün tutmak, emsâlsiz bir aşk ve muhabbetle sevmek, îmânın kemâlindendir. Bu muhabbetin zirvesi, hadîs-i şerîfte şöyle beyân edilir:
“Sizden biriniz beni, ana-babasından, çoluk-çocuğundan ve bütün insanlardan daha fazla sevmedikçe hakkıyla îmân etmiş olmaz!..”
Bu hadîs-i şerîf, îmânın kemâlinin Hazret-i Peygamber muhabbeti ile yeşereceği hususunda ne güzel bir tenbîh ve îkâzdır. Bu muhabbetten uzak kalanlar için feyz ve inkişâf yolları kapalıdır. Aşk tohumu, ancak O’nun muhabbet toprağında yeşerir. Gönle bereket ve feyiz menbaı O’dur. O’nun muhabbet toprağı, nice taşlaşmış gönülleri bir mücevher saflığına, diğerleri arasında altın ve gümüş kıymetine yükseltmiştir.
O’nun muhabbet toprağında yeşerenlerin başında gelen ashâb-ı kirâm, târiflere sığmayan bir aşk iklîminde yaşamışlardır.
Bir hanım sahâbiyeden ibret dolu bir muhabbet-i Peygamberî manzarası:
Kâ’b’ın kızı Nesibe-radıyallâhu anhâ-, müslümanlarla birlikte Uhud gazâsına iştirak etmişti. Kendi elleri ile hazırladığı kaplarla yaralılara su taşırken, müslümanların bozguna uğrayarak dağıldığını gördü. Bunun üzerine derhal Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-‘in yanına koştu. Atılan ok ve taşlara kendini hedef yaparak bütün gayret ve cesâreti ile Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i korudu. Bu fedâkârlığı sırasında atılan ok ve taşlarla on iki yerinden de yaralandı.
Onun bu hâlini takdîr ve tahsîn buyuran Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Bugün Nesibe falan ve filan kahramanları geçmiştir.” buyurarak ondan sitâyişle bahsetti.
Böylece dindarlığın verdiği şuurla harplerde gösterdiği kahramanlığından dolayı Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-‘in medhine ve iltifâtına mazhar olan Nesîbe’nin ismi, örnek müslüman hanımlardan biri olarak İslâm târihine geçti.
Bir diğer muhabbet tezâhürü:
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-‘in bir sohbetinde Sevbân -radıyallâhu anh-, Habîbullâh’a pek derin ve dalgın bir surette bakıyordu. Gâyet de ızdıraplı bir hâli vardı. Öyle ki onun bu hâli, Âlemlerin Efendisi’nin dikkatini çekti. Merhametle sordular:
“-Yâ Sevbân! Nedir bu hâlin?”
Sevbân -radıyallâhu anh-, bu iltifat ile muhabbet çağlayanı hâline gelen sevdâlı gönlüyle şöyle dedi:
“-Anam, babam ve bu cânım sana fedâ olsun yâ Rasûlallâh! Senin hasretin beni öyle yakıp kavurmaktadır ki, nûrundan ayrı geçirdiğim her an bana ayrı bir hicran olmaktadır. Dünyâda böyle olunca âhırette nice olur diye dertleniyorum. Orada siz peygamberlerle beraber olacaksınız. Benim ise, ne olacağım ve nerede bulunacağım belli değil! Üstelik cennete giremezsem, sizi görmekten tamamen mahrum kalacağım! Bu hâl beni yakıp kavuruyor ey Allâh’ın Rasûlü!”
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Sevbân ile birlikte ashâb-ı kirâmdan da zaman zaman vâkî olan bu ve benzerî hicranlı sözlere ve ayrıca kıyâmete kadar gelecek olan ümmetin muhabbet ve aşk kâfilesinin yanık gönüllerine sürûr dolu bir müjde sadedinde şöyle buyurmuşlardır:
“Kişi sevdiği ile beraberdir…”
Tabiî ki, samîmî muhabbet, itâat ve teslîmiyyet şartı ile_
O vefât ettiğinde ashâbın hâli, hüznün son raddesindeydi. Âdetâ yanıp erimiş bir mum misâli gibiydi. Zîrâ düşünüyorlardı ki, O’nu görmeden bir gün bile duramayan âşık gönülleri, artık kendisini bu fânî dünyâda hiç göremeyecekti. İşte bu hicrân ve yanışa dayanamayan Abdullâh bin Zeyd -radıyallâhu anh-, ellerini yüce dergâha mahzûn bir gönülle açarak:
“İlâhî! Artık benim gözlerimi âmâ kıl! Ben her şeyden çok sevdiğim Peygamberimden sonra artık dünyâda bir şey görmeyeyim!..” diye ilticâ etti ve oracıkta gözleri âmâ oldu.
Hazret-i Peygamber’e ashâbın engin aşk ve muhabbetini kelimelerin mahdud imkânları ile îzâh etmek mümkün değildir. Sayısız misâller deryâsından birkaçı da şöyledir:
Enes -radıyallâhu anh- anlatıyor:
“Rasûlullâh’ı berber tıraş ederken gördüm. Ashâb, etrâfını çevirmişti. Kesilen mübârek saç ve sakal tellerinin tekinin dahî yere düşmemesi için âdetâ onları kapışıyorlardı.”
Sahâbe-i kirâm, Hazret-i Peygamber’in hem eşyâları hem de saç ve sakalının mübârek telleriyle teberrük hâlinde olurlardı. Savaşlarda bile bu teberrük heyecanını taşımışlardır. Bunun en güzel misâli Halid bin Velid -radıyallâhu anh-‘ın Hazret-i Peygamber’in saçlarından aldığı birkaç mübârek teli sarığında saklamasıdır. Rivâyet olduğuna göre Hâlid -radıyallâhu anh-, Yermük savaşında bu sarığı kaybetmişti. Askerlerine:
“-Onu arayın!” diye talimat verdi.
Aradılar, bulamadılar. Hazret-i Halid, tekrar aramaları için emir verdi. Bu defa buldular. Baktılar ki, eski bir sarık imiş! Sahâbî, bu eski sarık üzerinde Hazret-i Hâlid’in bu kadar ısrar etmesine hayret etti. Bunun üzerine Hâlid -radıyallâhu anh-, şunları söyledi:
“-Rasûlullâh saçlarını kesmişti. Ashab o saçları kapıştılar. Ben de alnından birkaç tel aldım ve bu sarığın içine koydum. Bu benim için öyle bir bereket oldu ki, onunla girdiğim bütün savaşları zaferle neticelendirdim. Zaferlerimin sırrı, benim Rasûlullâh’a olan muhabbetimdir.”
İşte bu muhabbetten kaynaklanan bir sâikle günümüze kadar Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-‘den muazzez bir hâtıra olarak devam eden saç ve sakallarının mübârek telleri, câmî minberlerinde saklanarak “sakal-ı şerîf” adı ile asırlardan beri ümmete rahmet olagelmektedir.
Misâllerde görüldüğü gibi Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-‘e muhabbetin bereketi, yalnız mânevî âlemde tezâhür etmez. Zâhir âlemde de o feyz ve bereketin müşahhas tezâhürleri olur. Bunun en iyi misâli 700. kuruluş yıldönümünü idrâk ettiğimiz Osmanlı Devleti’dir. Onlar, devletlerini çoğu kere “Devlet-i Muhammediyye” suretinde adlandırmışlar ve ordularındaki her ferdi -kendi istidadları mikdarınca- o yüce varlığın bir küçük modeli telâkkî ederek “Mehmedcik” diye isimlendirmişlerdir. Nitekim Osmanlı Devleti’nin tarihteki diğer İslâm devletlerinin hepsinden daha uzun bir ömürle muammer olması da, başka meziyetleri yanında bir de ve en ehemmiyetli olarak Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-‘e tekrîm ve muhabbette erişilmez bir zirvede oluşlarıdır.
Aşağıda anlatacağımız hâdiseler, bu zirveye tipik birer misâldir:
Dünyâ müslümanlarının Harameyn’e kolayca gidip gelmelerini te’mîn için Hicaz Demiryolu Hattı’nı inşâ ettiren II. Abdülhamid Han, bu demiryolunun sünnet-i seniyyeye uygun olması için Hazret-i Peygamber’in seyahatlerinde dinlendiği noktalara istasyon yapılmasını emretmiş, böylece demiryollarını bile bir muhabbet akışı içinde Medîne’ye ulaştırmıştır.
Diğer bir misâl:
Osmanlı paşalarından meşhur Medîne müdâfii Fahreddin Paşa, Rasûlullâh’ın rûhâniyeti rencide olur endişesiyle Ravza’nın tamirinde vazîfe alan ustalara herhangi bir çivi çakmak îcâb ettiği takdirde mutlaka tahta çekiç kullanılması ve çekiç ile çivi arasına da lastik bandaj konularak sükûnetin ihlâl edilmemesini emretmiştir. Bu hususta onu böylesine bir edeb ve inceliğe sevkeden âyet-i kerîme şöyledir:
“Ey îmân edenler! Seslerinizi Peygamber’in sesinin üstüne yükseltmeyin! Birbirinize bağırdığınız gibi Peygamber’e yüksek sesle bağırmayın; yoksa siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir.” (el-Hucurât, 2)
Nûrunu güneşten alan ay, nasıl güneşin varlığına delîl ise, nur-i Muhammedî ile nurlanan peygamberler ve velîler de O’nun birer şâhididirler. Bunun içindir ki diyen ve bunu muhabbet ve aşkla tâ gönülden söyleyen her kalbde, ayna ışık vurmuş gibi ilâhî bir parıltı yanar. Hattâ bazen öyle kuvvetli yanar ki, böyle gönüller, o nurun aksinden bütün ruhlarının târifsiz bir hazzı içinde yaşarlar.
Bu hazzı yaşayanlardan Bilâl-i Habeşî -radıyallâhu anh-‘ın hâli ibretle doludur:
Bilâl -radıyallâhu anh-‘ın dünyâda tutunacak bir dalı, sığınacak bir yakını ve ızdırabını paylaşacak bir dostu yoktu. Sadece bir köleydi. Ama birgün geldi, îmân nûru ile şereflendi. Bundan sonra îmânı ve onu muhâfaza için yaşadığı hâller, yâni kelime-i tevhîd uğruna katlandığı ızdıraplar, kıyamete kadar gelecek olan mü’minlere îmân mücâdelesi yolunda örnek oldu.
O, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-‘in yüzünü ve nûrunu görmüş, yanmış ve O’nun muhabbet bağına girmişti. Âdetâ bütün varlığı ile O’ndan bir parça hâline gelmişti. Ancak ilâhî nurdan nasîbsiz olan sahibi, onu bu îmânından ötürü çölün kızgın sıcağında alevli kumların üzerine yatırarak kendisine işkenceler yaptı. Çıplak vücudunu acımasızca kırbaçlattı. Siyah derisinden kırmızı kanlar fışkırdı. Etrafını saran gâfil kalabalık:
“-Ey pis köle! Bize dön kurtul!” dediler.
Hazret-i Bilâl ise, yatırıldığı kızgın kum deryâsında yaralı bir arslan gibi kükredi ve kelime-i tevhîdi bütün gücü ile haykırdı.
Bunun üzerine galeyana gelen azgınlar kendisine vurmaya devam ettiler. Vurdular, vurdular… Hırslarını alamadılar ve boynuna ip bağlayıp sürüklediler. Bütün bunlara ve türlü türlü eziyetlere rağmen Bilâl-i Habeşî -radıyallâhu anh-, Allâh ve Rasûlü’nün muhabbet kalkanına sığınmıştı. Kendisine yapılanları âdetâ hissetmiyor, gönlü sadece muhabbetullah ve muhabbet-i Rasûlullâh ile dolup taşıyordu. Yüreği dünyâlar kadar geniş bir haldeydi. Oysa maddî âlemde hâli perîşândı; kuru başını sokacak bir kulübesi dahî yoktu.
İşte Hazret-i Bilâl’in bu aşk ve muhabbeti, onu kölelikten gönül tahtlarındaki sultanlığa yükseltti. Âlemlerin Efendisi’nin bağrı yanık müezzini oldu. Öyle ki, son nefesinde de O’nun aşk ve muhabbeti dudaklarında tebessüm ve terennüm hâlindeydi:
“-Sevinin, sevinin!.. Ben Allâh Rasûlü’nün yanına sefer ediyorum…” dedi ve ötelere uçuverdi…
Bir kul, Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-‘in hakîkati ve nûrundan bir Allâh dostu vâsıtasıyla nasîb alsa, bu nasîb O’ndan olduğu için bizzat Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-‘den alınmış gibidir. Tıpkı bir mumdan bir başka mumun yakılması gibi_ Kandilleri yakan ve onlar vâsıtasıyla etrafı aydınlatan alev, aynı alevdir. Kul, bu kandillerin en sonuncusuyla da aydınlansa, o ziyâ, ilk ışıkla parıldadığından dâimâ ilk kaynağı aksettirir. Dolayısıyla bir kimse, bir başkasında ışıldayan ilâhî güzelliğe ister bilerek, ister bilmeyerek kendisini kaptırsın, hakîkatte hayrân ve âşık olduğu letâfet, Allâh Teâlâ’nın güzelliğidir ve O’nun varlıklarda ve insanlardaki hârikulâde in’ikâsıdır. Hiç şüphesiz bu in’ikâsın en büyük tecellîsi de Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-‘de zuhûr etmiştir. Bu itibarla Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kulu Cenâb-ı Hakk’a götüren yegâne rahmet ve vuslat köprüsüdür.
Muhabbetin derecesi, eserinde tecellî eder. O’na olan itâat ve sünnet-i seniyyenin yaşanması, muhabbetin tezâhürü nisbetindedir. Nur Suresi 56. âyette buyurulur:
“Namazı kılın, zekâtı verin Peygamber’e (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) itâat edin; umulur ki, merhamet görürsünüz.”
İbâdetteki rûhâniyet, muâmelâttaki zerâfet, ahlâktaki nezâket, gönüldeki letâfet, sîmâlardaki nûr-i melâhat, lisanlardaki selâset, duygulardaki incelik, nazarlardaki derinlik, velhâsıl bütün bu güzellikler o Varlık Nûru’na olan muhabbetten kalplere akseden parıltılardır.
Hazret-i Mevlânâ ne güzel buyurur:
“Gel ey gönül! Hakîkî bayram, Cenâb-ı Muhammed’e vuslattır. Çünkü cihânın aydınlığı, O mübârek varlığın cemâlinin nûrundandır.”
Yâ Rabbi! Bu gün ve gecelerin kutsî akışlarından istifâde edip Hz. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-‘in muhabbet ve heyecanıyla içinde bulunduğumuz Ramazân-ı Şerîfi tamamlayıp O’nun rûhâniyetinin gölgesinde nûrânî tezâhürlerle bayram-ı şerîfi idrâk edebilmeyi nasîb eyle
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder