Nisan Yağmuru Suyu Zemzem Gibidir.
Nisan Yağmuru Hakkında Hadis-i
Şerifler…
Peygamberimiz (s.a.v)’den rivayet olundu ki:
‘’Cebrail a.s Bana
öyle bir ilaç öğretti ki, (o ilaç sayesinde,insanların) doktorların ilaçlarına
hiç ihtiyacı kalmaz…’’
Eshab-ı Kiram : (o ilaçtan) Bize de haber ver,Ya
Rasulullah dediler, Rasulullah (s.a.v):
‘’Nisan yağmurunu alınız
(toplayınız). Ona; 70 defa Fatiha-i şerife, 70 defa İhlâs-ı şerif, 70 defa Felak
suresini, 70 defa Nâs suresini, 70 defa Tesbih duasını (SübhanAllahi
vel-hamdü
Lillâhi ve lâ ilâhe illallâhü vâllahü ekber ve lâ havle velâ
kuvvete illâ billâhil-aliyyıl-azîm) okuyunuz. Sonra, 7 gün devamlı olarak sabah
akşam birer bardak içiniz. Beni hak Peygamber olarak gönderen Cenâb-u Hakk’a
yemin ederim ki, Cebrâil Bana dedi ki ; “Bu sudan içen kimsenin, cesedinden,
damarından, sinirinden, etlerinden, o kimseye ağrı, acı veren rahatsızlığını
Cenâb-u Hakk giderir ve o kimseye sıhhat ve afiyet verir.’’
Yine başka bir
Hadis-i Şerif’te :
‘’Beni hak Peygamber olarak gönderen Cenâb-u Hakk’a yemin
ederim ki, çocuğu olmayan bir erkek, bu sudan hanımına içirirse, Allahü
Teala’nın izni ile hanımı hamile kalır. Hanımının başı ağrıyan bir erkek bu
sudan hanımına içirirse, bu su ona (sıhhati için) yeterlidir. İçen kimsenin
balgamını keser. Rüzgar ona zarar vermez, çirkin haller kendisine isabet etmez.
Bel ağrısından, karın ağrısından, şikayeti kalmaz. Alaca hastalığından korkmaz.
Göğüs ağrısı çekmez. Kalbine gelen vesvese (evhâm), gönlünden çıkar gider.
Kendini çok beğenmek, hased, kibir, düşmanlık, gıybet ve koğuculuk (gibi manevi
hastalıklar dahil), dünyada yaşayan her fani (geçici) olanlar için Allahü
Teala’nın izni ile fayda vericidir..’’
Tefsir-i Kebir (Kur’an-ı Kerim
Tefsiri)’den
“Nisan Yağmuru” Suyunun Toplanacağı Günler
”Nisan Yağmuru”
suyunun toplanacağı günler, Rumi Takvimi Nisan Ayının 7′sinden Nisan Ayının
sonuna kadardır.
Toplanan “Nisan Yağmuru” Suyu Nasıl Hazırlanır?
- Bir
Fatiha üç ihlâs-ı Şerif okunup, Piran-ı İzamın Ervâh-ı Kudsiye-i mübârekelerine
hediye edilir.
- Niyet edilir.
1 – 70 Adet Salât-ı Münciye
2 – 70 Adet
Fatiha-i Şerife
3 – 70 Adet Ayet’ül Kürsi
4 – 70 Adet Legad caeküm ..
(Tevbe Süresinin Son İki Ayeti)
لَقَدۡ جَآءَڪُمۡ رَسُولٌ۬ مِّنۡ أَنفُسِڪُمۡ
عَزِيزٌ عَلَيۡهِ مَا عَنِتُّمۡ حَرِيصٌ عَلَيۡڪُم بِٱلۡمُؤۡمِنِينَ رَءُوفٌ۬
رَّحِيمٌ۬ فَإِن تَوَلَّوۡاْ فَقُلۡ حَسۡبِىَ ٱللَّهُ لَآ
إِلَـٰهَ إِلَّا
هُوَ*ۖ عَلَيۡهِ تَوَڪَّلۡتُ*ۖ وَهُوَ رَبُّ ٱلۡعَرۡشِ ٱلۡعَظِيمِ
(Lekad caeküm
rasulün min enfüsiküm azizün aleyhi ma anittüm harisun aleyküm bil mü’minine
raufün rahiym* Fe in tevellev fe kul hasbiyellahü la ilahe illa hüve aleyhi
tevekkeltü ve hüve rabbül arşil azıym)
5 – 1 Adet Yâsin-i Şerif
6 – 70
Adet Kâfirûn Süresi
7 – 70 Adet Îhlâs-ı Şerif
8 – 70 Adet Felak
Süresi
9 – 70 Adet Nâs Süresi
10 – 70 Adet Tesbih Duası
سُبْحَانَ ٱللهِ
وَٱلْحَمْدُ ِللهِ وَلاَ اِلٰهَ اِلاَّ ٱللهُ وَٱللهُ اَكْبَرُ وَلاَ حَوْلَ وَلاَ
قُوَّةَ اِلاَّ بِٱللهِ ٱلْعَلِىِّ ٱلْعَظِيمِ
(SübhanAllahi velhamdülillahi
velaa ilahe illAllahü vAllahü ekber velaa havle vela kuvvete illa billahil
aliyyil azıym)
11 – 70 Salât-ı Münciye okunur.
Not 1 : Yukarıdaki
sayılanlar okunurken bitinceye kadar arada dünya kelamı konuşmamaya dikkat
edilmelidir.
Not 2 : Her 70 adet okunduktan sonra ve Yasin-i Şerifteki her
“Mübîn” den sonra “Yâ Şafii” denir ve sıcak nefesle suya “Hûu” diye
üflenir.
Not 3 : Bu sudan sabah ve akşam birer bardak olmak üzere 7 gün
abdestli olarak içilir. (İçmeden önce, 1 Fatiha 3 Îhlas-ı şerif okuyup Piran-ı
İzama hediye etmeye ve sabah aç karnına içmeye dikkat edilmelidir.)
Not 4 :
Bu sudan içen kişinin cesedinden Allahü Teala her türlü derdi kaldırır. Ona tüm
hastalıkdan ve açlıkdan afiyet verir. Gözlere şifa verilir. Ateşi giderir,
balgamı keser, göğüs ağrısını giderir, Menfaati sayılamıyacak kadar
çoktur.
Nisan, yağmur ve insan…
Bugünlerde yağması beklenen bereketli
Nisan yağmurları, vücuda zindelik ve enerji kazandırıyor. Çünkü içinde
“kullanılabilir demir” var.
Kış boyunca en alt seviyeye inen vücudun demir
miktarını en doğal yoldan geri kazanabilirsiniz: Yağmur gördüğünüzde dışarı
çıkıp bol bol ıslanın!..
Bu hafta yağmurlar başlarken etrafınıza dikkatle,
fark etmek için bakın. Yaprakların boyutlarını, renklerini, tomurcukları
hafızanıza kaydedin… Üşüyorsanız yağmur suyunu toplayın ve evde ısıtarak duş
alın… Evcil hayvanınız varsa bu sudan içirin, mümkünse yağmurda dolaştırın. Evde
yaşlılar varsa onların da ellerine, yüzüne, saçlarına yağmur suyu sürün. Hatta
mümkünse hafta başında, kanınızdaki demiri ölçtürün; ıslana ıslana dolaştıktan
sonra kanınızdaki demiri tekrar ölçtürün… Böyle tavsiye ediyor
uzmanlar.
Nisan yağmurlarında kullanılabilir sevgi var, hissedilebilir şefkat
var ve hoşgörü var… Üstelik yağmurlar mayısta da yağacak, martta da yağıyordu…
Nisanda da sevgi yağmurları yağıyor yine, her yerde.
Peki biz,,, biz,
nerdeyiz?.. Bu yağmurların altında mıyız?
Etrafımıza biraz daha dikkatle
bakıyor muyuz; bitkilerin rengini, yaprakların boyunu ve tomurcukları
görebilecek kadar?.. Yağmurlar yağarken kaplarımızı doldurmak geliyor mu
aklımıza, tekrar yıkanmak için?.. Yaşlılarımızın da bundan mahrum kalmamasına
çaba gösteriyor; suyu, elimizle onların da ellerine, yüzlerine, saçlarına
sürüyor muyuz?.. Aynı sudan hayvanlarımıza bile içirmeyi düşünüyor muyuz?..
31 Mart 2016 Perşembe
KEHF SÜRESİ AYET 16
وَإِذِ اعْتَزَلْتُمُوهُمْ وَمَا يَعْبُدُونَ إِلَّا اللَّهَ فَأْوُوا إِلَى الْكَهْفِ يَنشُرْ لَكُمْ رَبُّكُم مِّن رَّحمته ويُهَيِّئْ لَكُم مِّنْ أَمْرِكُم مِّرْفَقًا ﴿١٦﴾
Ve izi'tezeltumûhum ve mâ ya'budûne illâllâhe fe'vû ilâl kehfi yenşur lekum rabbukum min rahmetihî ve yuheyyi' lekum min emrikum mirfekâ(mirfekan).
KEHF SÜRESİ AYET 17
وَتَرَى الشَّمْسَ إِذَا طَلَعَت تَّزَاوَرُ عَن كَهْفِهِمْ ذَاتَ الْيَمِينِ وَإِذَا غَرَبَت تَّقْرِضُهُمْ ذَاتَ الشِّمَالِ وَهُمْ فِي فَجْوَةٍ مِّنْهُ ذَلِكَ مِنْ آيَاتِ اللَّهِ مَن يَهْدِ اللَّهُ فَهُوَ الْمُهْتَدِي وَمَن يُضْلِلْ فَلَن تَجِدَ لَهُ وَلِيًّا مُّرْشِدًا ﴿١٧﴾
Ve terâş şemse izâ taleat tezâveru an kehfihim zâtel yemîni ve izâ garabet takrıduhum zâteş şimâli ve hum fî fecvetin minhu, zâlike min âyâtillâhi, men yehdillâhu fe huvel muhted(muhtedi), ve men yudlil fe len tecide lehu veliyyen murşidâ(murşiden).
KEHF SÜRESİ AYET 18
وَتَحْسَبُهُمْ أَيْقَاظًا وَهُمْ رُقُودٌ وَنُقَلِّبُهُمْ ذَاتَ الْيَمِينِ وَذَاتَ الشِّمَالِ وَكَلْبُهُم بَاسِطٌ ذِرَاعَيْهِ بِالْوَصِيدِ لَوِ اطَّلَعْتَ عَلَيْهِمْ لَوَلَّيْتَ مِنْهُمْ فِرَارًا وَلَمُلِئْتَ مِنْهُمْ رُعْبًا ﴿١٨﴾
Ve tahsebuhum eykâzan ve hum rukûdun, ve nukallibuhum zâtel yemîni ve zâteş şimâli, ve kelbuhum bâsitun zirâayhi bil vasîd(vasîdi), levittala'te aleyhim le velleyte minhum firâran ve le muli'te minhum ru'bâ(ru'ben).
KEHF SÜRESİ AYET 19
وَكَذَلِكَ بَعَثْنَاهُمْ لِيَتَسَاءلُوا بَيْنَهُمْ قَالَ قَائِلٌ مِّنْهُمْ كَمْ لَبِثْتُمْ قَالُوا لَبِثْنَا يَوْمًا أَوْ بَعْضَ يَوْمٍ قَالُوا رَبُّكُمْ أَعْلَمُ بِمَا لَبِثْتُمْ فَابْعَثُوا أَحَدَكُم بِوَرِقِكُمْ هَذِهِ إِلَى الْمَدِينَةِ فَلْيَنظُرْ أَيُّهَا أَزْكَى طَعَامًا فَلْيَأْتِكُم بِرِزْقٍ مِّنْهُ وَلْيَتَلَطَّفْ وَلَا يُشْعِرَنَّ بِكُمْ أَحَدًا ﴿١٩﴾
Ve kezâlike beasnâhum li yetesâelû beynehum, kâle kâilun minhum kem lebistum, kâlû lebisnâ yevmen ev ba'da yevmin, kâlû rabbukum a'lemu bi mâ lebistum feb'asû ehadekum bi verıkıkum hâzihî ilâl medîneti felyanzur eyyuhâ ezkâ taâmen felye'tikum bi rızkın minhu velyetelattaf ve lâ yuş'ıranne bikum ehadâ(ehaden).
KEHF SÜRESİ AYET 20
إِنَّهُمْ إِن يَظْهَرُوا عَلَيْكُمْ يَرْجُمُوكُمْ أَوْ يُعِيدُوكُمْ فِي مِلَّتِهِمْ وَلَن تُفْلِحُوا إِذًا أَبَدًا ﴿٢٠﴾
İnnehum in yazherû aleykum yercumûkum ev yuîdûkum fî milletihim ve len tuflihû izen ebedâ(ebeden).
KEHF SÜRESİ AYET 16
(kendi kendilerine şöyle dediler) mademki siz onlardan ve onların ALLAH hı dışında taptıklarından uzaklaştınız o zaman magraya sığının ki rabbiniz size rahmetinden indirsin size işinizde bir kolaylık hazırlasın
KEHF SÜRESİ AYET 17
GÜNEŞ dogdugu zaman magralarından saga doğru meylettiğini battığı zaman da sol taraftan onlara dokunmadan geçtiğini onlar onun geniş bir sahasındadırlar işte bu ALLAH ın mucizelerindendir ALLAH kime hidayet etmişse o hidayete erişmiştir kimi de sapıtırsa sen artık ona yol gösterecek bir koruyucu bulamazsın
KEHF SÜRESİ AYET 18
SEN onları uyanık sanırsın oysa onlar uykudadırlar biz onları saga sola çeviririz köpekleri de girişte iki kolunu uzatmış yatmaktadır eger onların yanına girseydin mutlaka onlardan arkanı döner kaçar onların halinden dehşete kapılırdın
KEHF SÜRESİ AYET 19
İŞTE böyle onları aralarında birbirlerine sorsunlar diye diriltik içlerinizden biri ne kadar kaldınız dedi (içlerindenbirileri) bir gün veya bir günden biraz daha az kaldık dediler (diğerleri de ) ne kadar durduğunuzu rabbiniz daha iyi bilir şimdi siz içinizden biriniz şu gümüş paranızla şehre gönderin de hangisinin daha temiz bir yiyecek olduğuna bir baksın oradan size erzak getirsin çok kurnaz davransın kesinlikle sizin (varlığınız ) kimseye hisettirmesin dediler
KEHF SÜRESİ AYET 20
ÇÜNKÜ onlar sizi ellerine geçirirlerse sizi taşlayıp öldürürler veya sizi kendi dinlerine döndürürler bu taktirde ebedigi olarak kesinlikle kurtuluşa eremesiniz
KEHF SÜRESİ AYET 11
فَضَرَبْنَا عَلَى آذَانِهِمْ فِي الْكَهْفِ سِنِينَ عَدَدًا ﴿١١﴾
Fe darabnâ alâ âzânihim fîl kehfi sinîne adedâ(adeden).
KEHF SÜRESİ AYET 12
ثُمَّ بَعَثْنَاهُمْ لِنَعْلَمَ أَيُّ الْحِزْبَيْنِ أَحْصَى لِمَا لَبِثُوا أَمَدًا ﴿١٢﴾
Summe beasnâhum li na'leme eyyul hızbeyni ahsâ limâ lebisû emedâ(emeden).
KEHF SÜRESİ AYET 13
نَحْنُ نَقُصُّ عَلَيْكَ نَبَأَهُم بِالْحَقِّ إِنَّهُمْ فِتْيَةٌ آمَنُوا بِرَبِّهِمْ وَزِدْنَاهُمْ هُدًى ﴿١٣﴾
Nahnu nakussu aleyke nebeehum bil hakkı, innehum fityetun âmenû bi rabbihim ve zidnâhum hudâ(huden).
KEHF SÜRESİ AYET 14
وَرَبَطْنَا عَلَى قُلُوبِهِمْ إِذْ قَامُوا فَقَالُوا رَبُّنَا رَبُّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ لَن نَّدْعُوَ مِن دُونِهِ إِلَهًا لَقَدْ قُلْنَا إِذًا شَطَطًا ﴿١٤﴾
Ve rabatnâ alâ kulûbihim iz kâmû fe kâlû rabbunâ rabbus semâvâti vel ardı len ned'uve min dûnihî ilâhen lekad kulnâ izen şetatâ(şetaten).
KEHF SÜRESİ AYET 15
هَؤُلَاء قَوْمُنَا اتَّخَذُوا مِن دُونِهِ آلِهَةً لَّوْلَا يَأْتُونَ عَلَيْهِم بِسُلْطَانٍ بَيِّنٍ فَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرَى عَلَى اللَّهِ كَذِبًا ﴿١٥﴾
Hâulâi kavmunâttehazû min dûnihî âliheten, lev lâ ye'tûne aleyhim bi sultânin beyyin(beyyinin), fe men azlemu mimmenifterâ alâllâhi kezibâ(keziben).
KEHF SÜRESİ AYET 11
BUNUN üzerine biz magrada onların kulaklarını yıllarca tıkadık
KEHF SÜRESİ AYET 12
SONRA hangi gurubun kaldıkları süreyi daha iyi hesapettigini bilelim diye onları dirilttik
KEHF SÜRESİ AYET 13
BİZ sana onların haberlerini gerçeğe uygun olarak anlatacağız şüphesiz onlar rablerine iman eden bir gurup yiğit gençti biz onların hidayetlerini artırdık
KEHF SÜRESİ AYET 14
ONLARIN kalplerini sağlamlaştırıp güçlendirdik kalkıp şöyle dediler bizim rabbimiz göklerin ve yerin rabbidir biz kesinlikle ondan başka bir ilaha tapmayız o zaman cidden saçma bir şey söylemiş oluruz
KEHF SÜRESİ AYET 15
işte bunlar bizim halkımız ondan başka ilahlar edindiler onlar hakkında açık bir delil getirseydiler ya yalan yere ALLAH a iftira edenden daha zalim kim vardır
30 Mart 2016 Çarşamba
KEHF SÜRESİ AYET 6
فَلَعَلَّكَ بَاخِعٌ نَّفْسَكَ عَلَى آثَارِهِمْ إِن لَّمْ يُؤْمِنُوا بِهَذَا الْحَدِيثِ أَسَفًا ﴿٦﴾
Fe lealleke bâhiun nefseke alâ âsârihim in lem yu'minû bi hâzâl hadîsi esefâ(esefen).
KEHF SÜRESİ AYET 7
إِنَّا جَعَلْنَا مَا عَلَى الْأَرْضِ زِينَةً لَّهَا لِنَبْلُوَهُمْ أَيُّهُمْ أَحْسَنُ عَمَلًا ﴿٧﴾
İnnâ cealnâ mâ alâl ardı zîneten lehâ li nebluvehum eyyuhum ahsenu amelâ(amelen).
KEHF SÜRESİ AYET 8
وَإِنَّا لَجَاعِلُونَ مَا عَلَيْهَا صَعِيدًا جُرُزًا ﴿٨﴾
Ve innâ le câilûne mâ aleyhâ saîden curuzâ(curuzen).
KEHF SÜRESİ AYET 9
أَمْ حَسِبْتَ أَنَّ أَصْحَابَ الْكَهْفِ وَالرَّقِيمِ كَانُوا مِنْ آيَاتِنَا عَجَبًا ﴿٩﴾
Em hasibte enne ashâbel kehfi ver rakîmi kânû min âyâtinâ acabâ(acaben).
KEHF SÜRESİ AYET 10
إِذْ أَوَى الْفِتْيَةُ إِلَى الْكَهْفِ فَقَالُوا رَبَّنَا آتِنَا مِن لَّدُنكَ رَحْمَةً وَهَيِّئْ لَنَا مِنْ أَمْرِنَا رَشَدًا ﴿١٠﴾
İz evâl fityetu ilâl kehfi fe kâlû rabbenâ âtinâ min ledunke rahmeten ve heyyi' lenâ min emrinâ raşedâ(raşeden).
KEHF SÜRESİ AYET 6
ONLAR bu sözlere inanmasalarsa belki arkalarından üzülüp kendini tüketeceksin
KEHF SÜRESİ AYET 7
BİZ yeryüzünün üzerindekiler hangisinin davranışı daha güzel olacak diye onları imtihan etmek için ona bir süs olarakyarattık
KEHF SÜRESİ AYET 8
ŞÜPHESİZ biz onun üzerindeki her şeyi kuru bir toprak haline getireceğiz
KEHF SÜRESİ AYET 9
YOKSA sen magra ve kitap ehlinin şaşılacak mucizelerimizden biri olduğunu mu sandın
KEHF SÜRESİ AYET 10
BİR zamanlar genç yiğitler magraya sığınmışlar şöyle demişlerdi ey rabbimiz bize katından bir rahmet ihsan et bize işimizden başarı hazırla
18 KEHF SÜRESİ MEKKE DE İNMİŞTİR 110 AYET DİR
KEHF SÜRESİ AYET 1
الْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي أَنزَلَ عَلَى عَبْدِهِ الْكِتَابَ وَلَمْ يَجْعَل لَّهُ عِوَجَا ﴿١﴾
El hamdulillâhillezî enzele alâ abdihil kitâbe ve lem yec'al lehu ıvecâ(ıvecen).
KEHF SÜRESİ AYET 2
قَيِّمًا لِّيُنذِرَ بَأْسًا شَدِيدًا مِن لَّدُنْهُ وَيُبَشِّرَ الْمُؤْمِنِينَ الَّذِينَ يَعْمَلُونَ الصَّالِحَاتِ أَنَّ لَهُمْ أَجْرًا حَسَنًا ﴿٢﴾
Kayyimen li yunzira be'sen şedîden min ledunhu ve yubeşşirel mu'minînellezîne ya'melûnes sâlihâti enne lehum ecren hasenâ(hasenen).
KEHF SÜRESİ AYET 3
مَاكِثِينَ فِيهِ أَبَدًا ﴿٣﴾
Mâkisîne fîhi ebedâ(ebeden).
KEHF SÜRESİ AYET 4
وَيُنذِرَ الَّذِينَ قَالُوا اتَّخَذَ اللَّهُ وَلَدًا ﴿٤﴾
Ve yunzirellezîne kâlûttehazellâhu veledâ(veleden).
KEHF SÜRESİ AYET 5
مَّا لَهُم بِهِ مِنْ عِلْمٍ وَلَا لِآبَائِهِمْ كَبُرَتْ كَلِمَةً تَخْرُجُ مِنْ أَفْوَاهِهِمْ إِن يَقُولُونَ إِلَّا كَذِبًا ﴿٥﴾
Mâ lehum bihî min ilmin ve lâ li âbâihim, keburet kelimeten tahrucu min efvâhihim, in yekûlûne illâ kezibâ(keziben).
KEHF SÜRESİ AYET 1-2-3-4
HER türlü övgü kuluna kitabı ondan hiçbir eğrilik yapmaksızın dosdoğru bir şekilde kendi katından şiddetli bir azap ile korkutmak salih ameller işleyen müminlerin içinde ebedi olarak kalacakları(cennetler ) güzel bir ecirle müjdelemek ALLAH çocuk edindi diyenleri uyarmak için indiren ALLAH ındır
KEHF SÜRESİ AYET 5
BU konuda ne kendilerinin bilgisi vardır ne de babalarının ağızlarından çıkan kelime ne kadar da büyüktür onlar sadece yalan söylüyorlar
İSRA SÜRESİ AYET 106
وَقُرْآناً فَرَقْنَاهُ لِتَقْرَأَهُ عَلَى النَّاسِ عَلَى مُكْثٍ وَنَزَّلْنَاهُ تَنزِيلاً ﴿١٠٦﴾
Ve kur’ânen faraknâhu li takraehu alân nâsi alâ muksin ve nezzelnâhu tenzîlâ(tenzîlen).
İSRA SÜRESİ AYET 107
قُلْ آمِنُواْ بِهِ أَوْ لاَ تُؤْمِنُواْ إِنَّ الَّذِينَ أُوتُواْ الْعِلْمَ مِن قَبْلِهِ إِذَا يُتْلَى عَلَيْهِمْ يَخِرُّونَ لِلأَذْقَانِ سُجَّدًا ﴿١٠٧﴾
Kul âminû bihî ev lâ tu’minû, innellezîne ûtûl ilme min kablihî izâ yutlâ aleyhim yahırrûne lil ezkâni succedâ(succeden). (SECDE ÂYETİ)
İSRA SÜRESİ AYET 108
وَيَقُولُونَ سُبْحَانَ رَبِّنَا إِن كَانَ وَعْدُ رَبِّنَا لَمَفْعُولاً ﴿١٠٨﴾
Ve yekûlûne subhâne rabbinâ in kâne va’du rabbinâ le mef’ûlâ(mef’ûlen).
İSRA SÜRESİ AYET 109
وَيَخِرُّونَ لِلأَذْقَانِ يَبْكُونَ وَيَزِيدُهُمْ خُشُوعًا* ﴿١٠٩﴾
Ve yahırrûne lil ezkâni yebkûne ve yezîduhum huşûâ(huşûan).
İSRA SÜRESİ AYET 110
قُلِ ادْعُواْ اللّهَ أَوِ ادْعُواْ الرَّحْمَنَ أَيًّا مَّا تَدْعُواْ فَلَهُ الأَسْمَاء الْحُسْنَى وَلاَ تَجْهَرْ بِصَلاَتِكَ وَلاَ تُخَافِتْ بِهَا وَابْتَغِ بَيْنَ ذَلِكَ سَبِيلاً ﴿١١٠﴾
Kulid’ûllâhe evid’ûr rahmân(rahmâne), eyyen mâ ted’û fe lehul esmâul husnâ, ve lâ techer bi salâtike ve lâ tuhâfit bihâ vebtegı beyne zâlike sebîlâ(sebîlen).
İSRA SÜRESİ AYET 111
وَقُلِ الْحَمْدُ لِلّهِ الَّذِي لَمْ يَتَّخِذْ وَلَدًا وَلَم يَكُن لَّهُ شَرِيكٌ فِي الْمُلْكِ وَلَمْ يَكُن لَّهُ وَلِيٌّ مِّنَ الذُّلَّ وَكَبِّرْهُ تَكْبِيرًا ﴿١١١﴾
Ve kulil hamdu lillâhillezî lem yettehız veleden ve lem yekun lehu şerîkun fîl mulki ve lem yekun lehu veliyyun minez zulli ve kebbirhu tekbîrâ(tekbîren).
İSRA SÜRESİ AYET 106
o kur an ı insanlara dura dura okuyasın diye ayet ayet ayırdık evet onu biz parça parça indirdik
İSRA SÜRESİ AYET 107
de ki ona ister inanın ister inanmayın çünkü bundan önce kendilerine ilim verilenler ( kur an ) kendilerine okunduğunda çeneleri üstü secdeye kapanırlardı (secde )
İSRA SÜRESİ AYET 108
rabbimizi her türlü eksiklikten uzak tutarız eger rabbimizin bir sözü varsa o mutlaka gerçekleşecektir derler
İSRA SÜRESİ AYET 109
ağlayarak çeneleri üstü secdeye kapanırlar bu onların ALLAH a olan gönülden ) bağlılıklarını artırır
İSRA SÜRESİ AYET 110
de ki ister ALLAH diye dua edin ister de rahman diye dua edin hangisiyle dua ederseniz edin bütün güzel isimler onundur bununla birlikte namaz kılarken pek bağırma (sesini ) pek de gizleme ikisi arasında bir yol tut
İSRA SÜRESİ AYET 111
de ki her türlü övgü çocuk edinmeyen egemenlikte bir ortağı bulunmayan zayıflıktan korunmak için bir koruyucusu olmayan ALLAH ındır durup dinlenmeden onu büyükleyip ulula
İSRA SÜRESİ AYET 101
وَلَقَدْ آتَيْنَا مُوسَى تِسْعَ آيَاتٍ بَيِّنَاتٍ فَاسْأَلْ بَنِي إِسْرَائِيلَ إِذْ جَاءهُمْ فَقَالَ لَهُ فِرْعَونُ إِنِّي لَأَظُنُّكَ يَا مُوسَى مَسْحُورًا ﴿١٠١﴾
Ve lekad âteynâ musa tis’a âyâtin beyyinâtin fes’el benî isrâîle iz câehum fe kâle lehu fir’avnu innî le ezunnuke yâ musa meshûrâ(meshûran).
İSRA SÜRESİ AYET 102
قَالَ لَقَدْ عَلِمْتَ مَا أَنزَلَ هَؤُلاء إِلاَّ رَبُّ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ بَصَآئِرَ وَإِنِّي لَأَظُنُّكَ يَا فِرْعَونُ مَثْبُورًا ﴿١٠٢﴾
Kâle lekad alimte mâ enzele hâulâi illâ rabbus semâvâti vel ardı basâir(basâire), ve innî le ezunnuke yâ fir’avnu mesbûrâ(mesbûran).
İSRA SÜRESİ AYET 103
فَأَرَادَ أَن يَسْتَفِزَّهُم مِّنَ الأَرْضِ فَأَغْرَقْنَاهُ وَمَن مَّعَهُ جَمِيعًا ﴿١٠٣﴾
Fe erâde en yestefizzehum minel ardı fe agraknâhu ve men meahu cemîâ(cemîan).
İSRA SÜRESİ AYET 104
وَقُلْنَا مِن بَعْدِهِ لِبَنِي إِسْرَائِيلَ اسْكُنُواْ الأَرْضَ فَإِذَا جَاء وَعْدُ الآخِرَةِ جِئْنَا بِكُمْ لَفِيفًا ﴿١٠٤﴾
Ve kulnâ min ba’dihî li benî isrâîleskunûl arda fe izâ câe va’dul âhırati ci’nâ bikum lefîfâ(lefîfen).
İSRA SÜRESİ AYET 105
وَبِالْحَقِّ أَنزَلْنَاهُ وَبِالْحَقِّ نَزَلَ وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلاَّ مُبَشِّرًا وَنَذِيرًا ﴿١٠٥﴾
Ve bil hakkı enzelnâhu ve bil hakkı nezele, ve mâ erselnâke illâ mubeşşiren ve nezîrâ(nezîren).
İSRA SÜRESİ AYET 101
yemin olsun ki biz musa ya apaçık dokuz mucize verdik İsrail oğullarına sor o onlara geldiğinde firavun ona ey musa ben senin büyüklenmiş biri olduğunu sanıyorum demişti
İSRA SÜRESİ AYET 102
o sen elbette bu mucizeleri ancak göklerin ve yerin rabbinin birer ibret olarak indirdiğini bilirsin ey firavun ben senin helak olacağını sanıyorum dedi
İSRA SÜRESİ AYET 103
derken onları bulundukları yerden çıkarmak istedi biz kendisini ve beraberindekileri hepsini birlikte boğuverdik
İSRA SÜRESİ AYET 104
ardından İsrail oğullarına şöyle dedik haydi şu yere yerleşin ahiretin gerçekleşeceği zaman gelince sizinhepinizi toplayıp bir araya getireceğiz
İSRA SÜRESİ AYET 105
biz o kur an ı gerçek bir amaçla indirdik o da bu gerçek amaçla indi (ey muhammed )biz seni ancak sevabımızın müjdecisi ve azabımızın uyarıcısı olarak gönderdik
29 Mart 2016 Salı
İSRA SÜRESİ AYET 96
قُلْ كَفَى بِاللّهِ شَهِيدًا بَيْنِي وَبَيْنَكُمْ إِنَّهُ كَانَ بِعِبَادِهِ خَبِيرًا بَصِيرًا ﴿٩٦﴾
Kul kefâ billâhi şehîden beynî ve beynekum, innehu kâne bi ıbâdihî habîran basîrâ(basîren).
isra süresi ayet 97
وَمَن يَهْدِ اللّهُ فَهُوَ الْمُهْتَدِ وَمَن يُضْلِلْ فَلَن تَجِدَ لَهُمْ أَوْلِيَاء مِن دُونِهِ وَنَحْشُرُهُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ عَلَى وُجُوهِهِمْ عُمْيًا وَبُكْمًا وَصُمًّا مَّأْوَاهُمْ جَهَنَّمُ كُلَّمَا خَبَتْ زِدْنَاهُمْ سَعِيرًا ﴿٩٧﴾
Ve men yehdillâhu fe huvel muhted(muhtedi), ve men yudlil fe len tecide lehum evliyâe min dûnihî, ve nahşuruhum yevmel kıyâmeti alâ vucûhihim umyen ve bukmen ve summâ(summen), me’vâhum cehennem(cehennemu), kullemâ habet zidnâhum saîrâ(saîren).
isra süresi ayet 98
ذَلِكَ جَزَآؤُهُم بِأَنَّهُمْ كَفَرُواْ بِآيَاتِنَا وَقَالُواْ أَئِذَا كُنَّا عِظَامًا وَرُفَاتًا أَإِنَّا لَمَبْعُوثُونَ خَلْقًا جَدِيدًا ﴿٩٨﴾
Zâlike cezâuhum bi ennehum keferû bi âyâtinâ ve kâlû e izâ kunnâ izâmen ve rufâten e innâ le meb’ûsûne halkan cedîdâ(cedîden).
isra süresi ayet 99
أَوَلَمْ يَرَوْاْ أَنَّ اللّهَ الَّذِي خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضَ قَادِرٌ عَلَى أَن يَخْلُقَ مِثْلَهُمْ وَجَعَلَ لَهُمْ أَجَلاً لاَّ رَيْبَ فِيهِ فَأَبَى الظَّالِمُونَ إَلاَّ كُفُورًا ﴿٩٩﴾
E ve lem yerev ennallâhellezî halakas semâvâti vel arda kâdirun alâ en yahluka mislehum ve ceale lehum ecelen lâ raybe fîhi, fe ebâz zalimûne illâ kufûrâ(kufûran).
isra süresi ayet 100
قُل لَّوْ أَنتُمْ تَمْلِكُونَ خَزَآئِنَ رَحْمَةِ رَبِّي إِذًا لَّأَمْسَكْتُمْ خَشْيَةَ الإِنفَاقِ وَكَانَ الإنسَانُ قَتُورًا ﴿١٠٠﴾
Kul lev entum temlikûne hazâine rahmeti rabbî izen le emsektum haşyetel infâk(infâkı), ve kânel insânu katûrâ(katûran).
isra süresi ayet 96
DE ki benimle sizin aranızda şahit olarak ALLAH yeter şüphesiz okullarından haberdardır görendir
İSRA SÜRESİ AYET 97
ALLAH kime hidayet ederse o doğru yola girmiştir o kimi de sapıklıkta bırakırsa sen onlar için ondan başka koruyucular bulamazsın biz onları kıyamet gününde kör dilsiz ve sağır olarak yüz üstü toplarız onların varacakları yer cehennemdir onun ateşi dindikçe biz ona onları (oraya atarak)ateşi çogaltırız
İSRA SÜRESİ AYET 98
BU onların cezasıdır çünkü onlar ayetlerimizi inkar edip biz bir sürü kemik olduğumuz ve ufalandığımız zaman mı yeni bir yaratılışla biz mi diriltcegiz dediler
İSRA SÜRESİ AYET 99
GÖKLERİ ve yeri yaratan ALLAH ın kendilerinin benzerini yaratacak gücünün olduğunu kendileri için kendisinde şüphe olmayan bir süre belirlediğini görmediler mi fakat zalimlerin gavurluktan başkasına baktıkları yok
İSRA SÜRESİ AYET 100
DE ki rabbimin rahmet hazinelerine siz sahip olmuş olsaydınız o zaman elinizdekinin biteceği korkusuyla cimrilik yapardınız insan gerçekten cimridir
25 Mart 2016 Cuma
“Bir kimsenin sevdiği bir kimse aleyhinde olan duâsının kabul olunmamasını Cenâb-ı Hakk’tan istirhâm eyledim.” (9)
“Bir farz namazını huşû’ ile edâ eden kimsenin o namazın akabinde vakı’ olacak bir duâsı müstecâb olur.” (10)
“Mazlumun bedduâsından sakınınız. Zîra bir kıvılcım sür’atiyle semâya icabete yükselir.”
Fâcir de olsa mazlûmun duâsı makbûldür.” (11)
“Cenâb-ı Allah buyurmuşdur ki: “Kim bana duâ etmezse ona gadab ederim.” (12) Zîrâ bu hal ya gafletten, yahut kibirden ileri gelir
“Müslüman kardeşinin ayıp ve çıplak yerlerini setrederek onu dünyâda rüsvay etmeyen kimsenin ayıplarını Cenâb-ı Hakk kıyâmet gününde setreder.” (13)
“Bir yerde yangın vuku’ bulduğunu gördüğünüz zaman ”Allahü Ekber’ diyerek tekrar tekrar tekbîr alınız. Zîra tekbir yangını söndürür.” (14)
“Dünyânın geniş vakitlerinde, yani sıhhat ve servet ve asâyiş ve emniyet gibi esbâb-ı istirahat mükemmel olduğu bir zamanda Cenâb-ı Hakk’a ibâdet ve tâat ile kendini takdîm et ki muzâyakalı sıkıntılı bir zamanda seni lutf ile yâd edip gözetsin.”(15)
“Ana ve babaya iyilik ömrü artırır. Yalan söylemek rızkı noksanlaştırır, duâ kazaya siper olur.” (16)
“Kendisine iltica ile bir ricada bulunan kimsenin ricasını kesip atanın duâ ve ricasını da Allah kesip atar.” (17)
“Bir mü’mine yapılan zillet ve hakareti görüp de men’ine muktedir olduğu halde muâvenette bulunmayanları Cenab-ı Hak mahşerde zelîl eder.” (18)
“Her kim duâlarının kabûlünü, gam ve üzüntülerinin def olup kaldırılmasını arzu ederse sıkıntıda bulunanların imdâdına yetişsin.” (19)
“İşlerde istihâre edenler, yani Allah’dan hayır dileyerek rızâsına muvafık hareket edenler zarar etmezler. İstişâre edenler de işin sonunda pişman olmazlar. İdâr-i maîşetinde isrâf etmeyip i’tidâl yolunu iltizâm edenler de fakr u zarurete düşmezler.” (20)
“Bir işe başlamak istediğin zaman âkıbetini iyice tefekkür edip hayr u sevâbı mûcib ise devam et, şerr ü ıkâbı mûcib ise ictinâb et!” (21)
“Hikmet on parçadır. Dokuzu uzlette, diğer biri de sükûttadır. Yâni mâlâyâniden, kendisini ilgilendirmeyen ve lüzumsuz bulunan şeylerden hıfzeylemektedir.” (22)
“Akâid-i fâside ve bid’at sâhiplerinin amellerini, ibâdetlerini Cenâb-ı Allah kabul etmek istemez.” (23) Eğer tevbe edip ehl-i sünnet ve’l-cemâat i’tikadına rûcû’ ederlerse kabûl eder.
Ebû Hüreyre radıyallahu anh der ki: Resûl-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuşlardır:
“Her bir peygambere etmesi için bir duâ verilmiştir. Ben ise ümmetime şefâat olmak üzere duâmı âhirete bırakmak istiyorum.” (24)
Enes bin Mâlik’den gelen rivayette ise Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem:
“Her bir nebî Allah’dan bir dilekte bulundu. Yahud, her bir peygamberin Allah’a edeceği bir duâsı vardı. Her biri duâsını yaptı ve kabul olundu. Ben ise duâmı kıyâmet gününde ümmetim için şefâat kıldım.” buyurmuşlardır.
Enbiyây-ı izâmın her duâsının müstecâb olması kuvvetle umulur ise de, kat’î olmayıp yalnız bir duâlarının kesin olarak kabûl edileceği kendilerine bil-dirilmişdir. O duâ, her bir nebîye Allah tarafından husûsî olarak verilen duâdır.
Ezcümle Hazret-i Âdem -aleyhisselâm bu müstecâb duâsını tevbesinin kabûl olması için; Hazret-i Nuh aleyhisselâm- kavmininin helâki ve berâberindeki mü’minlerin kurtulması için, Hazret-i İbrahim-aleyhisselâm- -i Mükerreme ve Beytullah için, Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm- Fir’avn’ın helâki için, Hazret-i îsâ -aleyhisselâm- gökten bir mâide, sofra indirilmesi için etmişler ve müstecâb olmuşdur.
Hazret-i Resûl-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz ise, bu kesinlikle kabul olunacağı Allah tarafından te’min olunan duâsını, ümmetine şefâat için âhirete bırakmıştır. Ne mutlu O’nun sünnetine sımsıkı sarılan mü’minlere.
(1) Ebû Dâvud, Vitr, 25; Tirmizî Kıyâme, 8; İbn Hanbel, Müsned, I/336.
(2) Kenzû’l-irfân 57 (Camiu’s-sağîr’den)
(3) a.e. göst. yer.
(4) Keşfü’l-hafâ, 1/495 (Deylemî’den)
(5) Tirmizî, Birr, 5.
(6) Tirmizî, Salat, 44, Deavât, 128; Ebû Dâvud, Salât, 35.
(7) Tirmizî Deavât, 101; İbn Hanbel, Müsned, 5/224.
(8) Kenzü’l-irfan, 59 (Camiu’s-sağîr’den) Dârimî, Fezailü’l-Kur’ân. 33.
(9) a.e. göst. yer. Keşfü’l-hafâ, 1/404 (Dârekutnî’den)
(10) Buhârî, Cihâd, 180; Müslim, îman, 39; Ebû Dâvud, Zekât, 5; Tirmizî, Zekât, 6; İbn Mâce, Zekât, 6;Dârimî, Zekât 1; Muvatta, Da’vetü’l-mazlûm, 1; İbn Hanbel, Müsned, 1/333.
(11) Keşfü’lhafâ, 1/405 İbn Hanbel, Müsned’den
(12) İbn Mâce, Duâ, 1; İbn Hanbel, 3/477
(13) Buhârî, Mezâlim, 3; Müslim, Birr, 58; Ebû Dâvud, Edeb, 28; Tirmizî, Birr; 19; İbn Mace, Mukaddime, 17; İbn Hanbel, Müsned, 3/91, 252.
(14) Keşfü’l-hafâ, 1/89.
(15) İbn Hanbel, Müsned, 1/307; Tirmizî, Deavât, 9.
(16) Buhârî, Mevâkîtü-salât, 5; Müslim, İmân, 137; Ebû Dâvud, Edeb, 130; Tirmizî, Salât, 13; Neseî, Mevâkît, 51; İbn Mâce, Edeb, l.
(17) Keşfü’l-hafâ, 2/272 (Ahmed b. Hanbel, Müsned’den)
(18) İbn Hanbel, Müsned, 3/487.
(19) Müslim, Müsakat, 32; İbn Hanbel, Müsned, 3/32.
(20) Keşfü’l-hafâ, 2/185 (Taberânî’den)
(21) Kenzü’l-irfan.
(22) Keşfü’l-hafâ, 1/363 (İbn Adiyy’den)
(23) İbn Mâce, Mukaddime, 7.
(24) Müslîm, îman, 334, 335 vd. Buhârî, Deavat, I; Tirmizî, Deavât, 130; İbn Mâce, Zühd, 37; Dârimî, Rikak, 85; Muvatta”, Kur’ân, 26.
(2) Kenzû’l-irfân 57 (Camiu’s-sağîr’den)
(3) a.e. göst. yer.
(4) Keşfü’l-hafâ, 1/495 (Deylemî’den)
(5) Tirmizî, Birr, 5.
(6) Tirmizî, Salat, 44, Deavât, 128; Ebû Dâvud, Salât, 35.
(7) Tirmizî Deavât, 101; İbn Hanbel, Müsned, 5/224.
(8) Kenzü’l-irfan, 59 (Camiu’s-sağîr’den) Dârimî, Fezailü’l-Kur’ân. 33.
(9) a.e. göst. yer. Keşfü’l-hafâ, 1/404 (Dârekutnî’den)
(10) Buhârî, Cihâd, 180; Müslim, îman, 39; Ebû Dâvud, Zekât, 5; Tirmizî, Zekât, 6; İbn Mâce, Zekât, 6;Dârimî, Zekât 1; Muvatta, Da’vetü’l-mazlûm, 1; İbn Hanbel, Müsned, 1/333.
(11) Keşfü’lhafâ, 1/405 İbn Hanbel, Müsned’den
(12) İbn Mâce, Duâ, 1; İbn Hanbel, 3/477
(13) Buhârî, Mezâlim, 3; Müslim, Birr, 58; Ebû Dâvud, Edeb, 28; Tirmizî, Birr; 19; İbn Mace, Mukaddime, 17; İbn Hanbel, Müsned, 3/91, 252.
(14) Keşfü’l-hafâ, 1/89.
(15) İbn Hanbel, Müsned, 1/307; Tirmizî, Deavât, 9.
(16) Buhârî, Mevâkîtü-salât, 5; Müslim, İmân, 137; Ebû Dâvud, Edeb, 130; Tirmizî, Salât, 13; Neseî, Mevâkît, 51; İbn Mâce, Edeb, l.
(17) Keşfü’l-hafâ, 2/272 (Ahmed b. Hanbel, Müsned’den)
(18) İbn Hanbel, Müsned, 3/487.
(19) Müslim, Müsakat, 32; İbn Hanbel, Müsned, 3/32.
(20) Keşfü’l-hafâ, 2/185 (Taberânî’den)
(21) Kenzü’l-irfan.
(22) Keşfü’l-hafâ, 1/363 (İbn Adiyy’den)
(23) İbn Mâce, Mukaddime, 7.
(24) Müslîm, îman, 334, 335 vd. Buhârî, Deavat, I; Tirmizî, Deavât, 130; İbn Mâce, Zühd, 37; Dârimî, Rikak, 85; Muvatta”, Kur’ân, 26.
Resûl-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Büyük zorluklara dûçar olduğunuz zaman “Allah bize yeter. O ne güzel vekildir” zikr-i ce-mîlîne devam ediniz.” (1)
“Cenâb-ı Hak, duada fazla ısrar edenleri sever.” (2)
“Eğer bir kul, Cenâb-ı Hakk’a bir hususda duâ eder de icâbet olunmazsa onun yerine bir hasene, yani bir sevâb yazılır.” (3)
“Bir babanın oğlu için duâsı, bir peygamberin ümmeti hakkındaki duâsı gibi makbuldür.” (4)
“İyilik görenlerin iyilik gördükleri kimseler hakkında ettikleri hayır duâları reddolunmaz.” (5)
“Ezân ile ikâmet arasında yapılan duâ müs-tecâbdır. Bu arada hemen duâ ediniz.”(6)
“Kaderden sakınmak kaderi def etmez. Lâkin sâlihlerin duâsı, nüzûl etmiş ve edecek olan elem ve musîbeti def etmeğe ve kaldırmağa medâr olur. İş böyle olunca ey Allah’ın kulları, duâ ediniz.” (7)
“Kur’ân-ı Azîmü’ş-şan her ne vakit hatmolu-nursa akabinde yapılan bir duâ müstecâbdır.” (8)
Peygamber Efendimizin (s.a.v) yolculukları
1. Şam Yolculuğu ve Rahip Bahîra
Siyer kitapları Allah Resûlü'nün ilk yolculuğunu amcası Ebû Talib'le ve henüz on iki yaşında iken yaptığını naklederler. Bu yolculuk Şam'a yapılmaktadır. Kervan bir yerde konaklar; Allah Resûlü de kervana gözcü olarak bırakılır. Diğerleri istirahata çekilmek üzere bir hana yerleşirler. Bazılarının, yanlışlıkla "Buhayra" dedikleri rahip Bahîra, gelmekte olan bu kervanı seyrederken dikkatini çeken bir hâdise olmuştur. Kervanın üzerinde bir bulut vardır ve bulut, sürekli kervanı takip etmektedir. Kervan durunca durmakta, yürüyünce de harekete geçmektedir.
Bunun üzerine Bahîra kervanda bulunan herkesi yemeğe davet eder. Daha önceleri kervanlarla hiç ilgilenmeyen Bahîra'nın bu davranışı herkesi şaşırtmıştır. Efendimiz hariç herkes bu davete icabet eder. Fakat rahip gelenler içinde aradığını bulamamıştır. Bunun üzerine kervanın başında kimsenin kalıp kalmadığını sorar. Aldığı cevab üzere O'nu da çağırtır. Daha O'nu görür görmez, hükmünü verir. Ve Ebû Talib'e O'nun kim olduğunu sorar. "Oğlum" deyince de, Bahîra buna pek inanmak istemez, zira onun tespitlerine göre bu O'dur. O'nun babası, henüz O doğmadan vefat etmiş olmalıdır. Ve daha sonra Ebû Talib'i bir kenara çekip, bu yolculuktan vazgeçmesini tavsiye eder. Çünkü ona göre Yahudiler haset insanlardır. Bu çocuğun simasından O'nun son peygamber olduğunu anlayabilirler ve kendilerinden olmadığı için de O'na bir kötülük düşünebilirler mülâhazasıyla, Ebû Talib'e: "Sen bu yolculuktan vazgeç." der. Ebû Talib denileni yapar.. bir mazeret bulup kervandan ayrılır ve Mekke'ye geri döner.[1]
Bahîra, hakikati söylüyordu. Fakat bilemediği bir husus vardı. O, Allah'ın (celle celâluhu) himayesindeydi ve O'nu hayatının sonuna kadar Allah (celle celâluhu) koruyacaktı ki, وَاللّٰهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِyani "Ey Habibim! Allah seni (iç ve dış mihrakların şerrinden) koruyup muhafaza edecektir."[2] âyeti de bunu ifade etmektedir. Evet, Rabbi, O'na böyle diyordu.. ve dediğini de yerine getirecekti...
2. Şam'a İkinci Seyahat
İki Cihan Serveri, ikinci seyahatini de yirmi beş yaşlarında yapar. Bu defa da Hz. Hatice'nin gönderdiği kervanın başındadır ve onunla iş ortaklığı yapmaktadır. Bu seyahatinde de Bahîra ile karşılaşır. Rahip iyice ihtiyarlamıştır. Allah Resûlü'nü görünce de bir hayli sevinir. Zira o, hep böyle bir günü beklemişti. Allah Resûlü'ne: "Sen peygamber olacaksın. Ah keşke Senin nübüvvetini ilân ettiğin güne yetişebilsem, yetişebilsem de ayakkabılarını taşısam ve sana hizmet edebilsem." demişti.[3] O, o günlere yetişemedi; fakat bu kabullenmenin, ona ahirette çok şey kazandırdığı kesindi; muhakkaktı.
3. Herkes O'nu Bekliyordu
O'nu bekleyen ve O'nu müjdeleyenlerin sayısı sadece bir iki kişiye münhasır değildi, bunlar çoktu ve Zeyd b. Amr da bunlardan biridir. Aşere‑i Mübeşşere'den meşhur sahabi Said b. Zeyd'in babası ve Hz. Ömer'in amcası olan Zeyd, hanîflerdendi. Bu zat, putlardan yüz çevirmiş ve onların hiçbir fayda ve zarara muktedir olamayacaklarını haykırmış, tulûa beş dakika kala gurûb edenlerden biriydi. Bunun da bişaretleri olmuştu ve en mühimi de şu sözleriydi: "Ben bir din biliyorum ki onun gelmesi çok yakındır; gölgesi başınızın üzerindedir. Fakat bilemiyorum ki ben o günlere yetişebilecek miyim?"
Zeyd, bir esintiden müteessir olmuş ve vicdanı hakka karşı tamamen uyanmış biriydi; bir olan Allah'a (celle celâluhu) inanıyor ve O'na teslimiyetini arz ediyordu. Ancak ne inandığı Allah'a, "Allahım" diyebiliyor, ne de O'na nasıl ibadet edeceğini bilebiliyordu.
Sahabe-i kiramdan Âmir b. Rebia, bize şunu naklediyor: "Zeyd b. Amr'dan işittim, bir gün şöyle diyordu: 'Ben Hz. İsmail'in, sonra Abdülmuttalib'in soyundan gelecek bir nebi bekliyorum. O'na yetişebileceğimi zannetmiyorum; ama iman ediyor, tasdik ediyor ve kabul ediyorum ki, O, hak nebidir. Eğer senin ömrün olur da O'na yetişirsen, benden O'na selâm söyle! Sonra da, sana O'nun şemâilinden haber vereyim de sakın şaşırma!' dedi. Ben de 'Buyur anlat.' dedim. Devam etti: 'Orta boyludur. Ne çok uzun ne de çok kısadır. Saçları tam düz de değildir, kıvırcık da değildir. İsmi Ahmed'dir. Doğum yeri Mekke'dir. Peygamber olarak gönderileceği yer de burasıdır. Ancak daha sonra kavmi, O'nun getirdikleri, onların hoşlarına gitmediğinden, O'nu Mekke'den çıkaracaklardır. O, Yesrib'e (Medine) hicret edecek ve getirdiği din oradan yayılacaktır. Sakın ondan gafil olma! Ben diyar diyar dolaştım ve Hz. İbrahim'in dinini aradım. Bütün konuştuğum Yahudi ve Hıristiyan âlimleri bana, (senin aradığın daha sonra gelecek) dediler ve hepsi de bana biraz evvel sana anlattığım şeyleri anlattılar ve sözlerinin sonunu da şöyle bağladılar: O, son peygamberdir ve O'ndan sonra da bir daha peygamber gelmeyecektir.' "
Âmir b. Rebia devam ediyor: "Gün geldi ben de Müslüman oldum. Allah Resûlü'ne, Zeyd'in dediklerini bir bir anlattım. Selâmını söyleyince toparlandı ve Zeyd'in selâmını aldı. Ardından da şöyle buyurdu: Ben Zeyd'i Cennet'te eteklerini sürüye sürüye yürürken gördüm."[4]
Varaka b. Nevfel bir Hıristiyan âlimiydi ve Hz. Hatice'nin de akrabasıydı. Allah Resûlü'ne ilk vahiy gelmeye başladığında, Hatice Validemiz (radıyallâhu anhâ) durumun ne olduğunu öğrenmek için ona gelmiş ve Varaka'dan şu cevabı almıştı: "Yâ Hatice! O doğru sözlü bir insandır. Gördüğü, nübüvvetin ilk başlangıcında görülmesi gerekenlerdir. O'na gelen Namus-u Ekber'dir. Hz. Musa'ya ve Hz. İsa'ya (aleyhimesselâm) da o gelmiştir. Yakın zamanda O, peygamber olacaktır. Eğer o günlere yetişebilirsem, ben de O'na iman eder ve mutlaka muzahir olurum."[5]
Abdullah b. Selâm ise bir Yahudi âlimiydi. İslâm'a girişini bizzat kendisinden dinleyelim: "Allah Resûlü Medine'ye hicret edince herkes gibi ben de görmeye gittim. Etrafında birçok insan vardı. Ben içeriye girdiğimde mübarek dudaklarından şu sözler dökülüyordu: أَفْشُوا السَّلاَمَ وَأطْعِمُوا الطَّعَامَ..."Önünüze gelene selâm verin ve yemek yedirin..." O'nun sözlerindeki büyüye ve çehresindeki derinliğe vurulmuştum. Hemen orada şehadet getirip Müslüman oldum. Çünkü O'nda gördüğüm sima ancak bir peygamberde olabilirdi."[6]
Abdullah b. Selâm (radıyallâhu anh) mühim bir şahsiyetti. İbn Hacer'in "İsâbe"de kaydettiğine göre, Hz. Yusuf'un neslinden geliyordu.[7] İtibarlı bir insandı. Onun şahitliği bizzat Kur'ân'da tebcil ediliyor ve delil getirme sadedinde anlatılıyordu: قُلْ أَرَأَيْتُمْ إِنْ كَانَ مِنْ عِنْدِ اللّٰهِ وَكَفَرْتُمْ بِهِ وَشَهِدَ شَاهِدٌ مِنْ بَنِي إِسْرَائِيلَ عَلَى مِثْلِهِ فَآمَنَ وَاسْتَكْبَرْتُمْ إِنَّ اللّٰهَ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِمِينَ""De ki: Hiç düşündünüz mü; şayet bu, Allah katından ise ve siz de O'nu inkâr etmişseniz, İsrailoğullarından bir şahit de bunun benzerini görüp inandığı hâlde, siz yine de büyüklük taslamışsanız (haksızlık etmiş olmaz mısınız?) Şüphesiz Allah zalimler topluluğunu doğru yola iletmez."[8]
Âyette zikredilen Benî İsrailli şahit, Abdullah b. Selâm'dır. Her ne kadar bazı müfessirler, bu sûrenin Mekkî oluşunu nazara alarak zikredilen şahsın Hz. Musa (aleyhisselâm) olacağını söylemişlerse de,[9] bu âyetin Medenî olduğu görüşü daha kuvvetlidir. Yani Ahkâf sûresi Mekkî olmakla beraber sadece bu âyet Medenîdir ve Abdullah b. Selâm'dan bahsetmektedir.[10]
4. Neden İnanmadılar?
Aslında Yahudi ve Hıristiyanlardan bazıları, Allah Resûlü'nü çok iyi bilip tanıyorlardı. Ama kin ve hasetleri inanmalarına mâni oluyordu. Hem bu tanıma, o kadar kesin ve netti ki inanmak için sadece Allah Resûlü'ne bir kere bakmaları yeterliydi. Zira onlar, Allah Resûlü'nü bütün şekil ve şemâiliyle tanıyorlardı. Kur'ân-ı Kerim bu hakikate şöyle işaret etmektedir:
اَلَّذِينَ آتَيْنَاهُمُ الْكِتَابَ يَعْرِفُونَهُ كَمَا يَعْرِفُونَ أَبْنَاءَهُمْ وَإِنَّ فَرِيقاً مِنْهُمْ لَيَكْتُمُونَ الْحَقَّ وَهُمْ يَعْلَمُونَ "Kendilerine kitap verdiklerimiz, O'nu öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. (Buna rağmen) onlardan bir grup, bile bile gerçeği gizler."[11]
Âyette, bizzat Allah Resûlü'nün ismi zikredilmeyip de "O'nu" denmesi işaret ediyor ki, Ehl-i Kitap bütünüyle, son gelecek peygamber kastedilerek "O" dendiğinde hep Tevrat ve İncil'de adı geçen Zât'ı anlıyorlardı. O da, hiç şüphesiz ki, Hz. Muhammed Aleyhisselâm'dı ve O'nu öz evlâtlarından daha iyi tanıyorlardı.
Hz. Ömer (radıyallâhu anh), Abdullah b. Selâm'a sorar:
- Allah Resûlü'nü öz evlâdın gibi tanıyor muydun?
Cevap verir:
- Öz evlâdımdan daha iyi tanıyordum.
Hz. Ömer, ikinci defa "Nasıl?" diye sorunca da şu cevabı verir: "Evlâdım hakkında şüphe edebilirim. Belki beni hanımım kandırmıştır. Fakat Allah Resûlü'nün son peygamber olduğundan zerre kadar şüphem yoktur." Bu cevap Hz. Ömer'i öyle sevindirir ki, kalkar ve Abdullah b. Selâm'ın başından öper.[12]
a. Kıskançlık ve Haset
Evet, onlar Allah Resûlü'nü çok iyi tanıyorlardı. Fakat iman başka, tanımak daha başkadır. Tanıyor, ama iman edemiyorlardı. Kıskançlıkları ve hasetleri imanlarına mâni oluyordu.
وَلَمَّا جَاءَهُمْ كِتَابٌ مِنْ عِنْدِ اللّٰهِ مُصَدِّقٌ لِمَا مَعَهُمْ وَكَانُوا مِنْ قَبْلُ يَسْتَفْتِحُونَ عَلَى الَّذِينَ كَفَرُوا فَلَمَّا جَاءَهُمْ مَا عَرَفُوا كَفَرُوا بِهِ فَلَعْنَةُ اللّٰهِ عَلَى الْكَافِرِينَ"Ne zaman ki, onlara Allah katından, yanlarında bulunan (Tevrat)'ı doğrulayıcı bir kitap (Kur'ân) geldi ki, daha önce küfredenlere karşı nusret talebinde bulunup dururlarken, o bildikleri (Kur'ân) kendilerine gelince, onu inkâr ettiler, artık Allah'ın lâneti, inkârcıların üzerine olsun."[13]
Bu âyetle de Cenâb-ı Hak, onların, Allah Resûlü'nü kabul etmemelerindeki gerçek sebebi anlatıyordu. Bütün mesele son gelen nebinin Yahudi olmamasıydı. Eğer Allah Resûlü, Yahudilerin içlerinden çıkmış olsaydı, hiç şüphesiz davranışları daha farklı olabilirdi.
Nitekim Abdullah b. Selâm (radıyallâhu anh), Allah Resûlü'ne gelerek: "Yâ Resûlallah, beni bir yere saklayın ve Medine'de ne kadar Yahudi âlimi varsa hepsini çağırın! Sonra da onlara beni ve babamı nasıl tanıdıklarını sorun! Muhakkak cevapları müspet olacaktır. Sonra da ben, saklandığım yerden çıkıp Müslümanlığımı ilân edeyim." teklifinde bulunmuştu. Allah Resûlü de bu teklifi kabul buyurmuşlardı. Derken Abdullah b. Selâm, evin bir yerine gizlendi. Gelen Yahudi âlimleri yerlerini aldılar. Efendimiz sordu: "Siz Abdullah b. Selâm'ı ve babasını nasıl bilirsiniz?" Cevap verdiler: "O ve babası bizim aramızda en âlim ve en şereflilerdendir." Allah Resûlü: "O beni tasdik ederse, siz ne dersiniz?" dediğinde ise: "İmkânı yok, asla böyle bir şey olamaz!" dediler. Tam o esnada da Abdullah b. Selâm (radıyallâhu anh) saklandığı yerden çıktı. Şehadet getirip Efendimiz'in peygamberliğini tasdik etti. Şaşırıp kaldılar ve biraz önce söyledikleri övücü ifadeleri geri alarak: "O bizim en şerlimiz ve en şerlimizin oğludur." dediler. Bunun üzerine Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu ikiyüzlülerin, huzurunda daha fazla kalmasına izin vermedi.[14]
Bu hâdise de açıkça ispat ediyor ki, Yahudiler Allah Resûlü'nü bilip tanıyorlardı. Ancak peşin hükümlü ve sabit fikirli olmaları, onları imandan alıkoyuyordu.
Selmân-ı Fârisî (radıyallâhu anh) de bu mevzuda tek başına bir delildir. Önceleri Mecûsi idi; ama hak dini bulabilme arzusuyla yanıp tutuşuyordu. Sonra Hıristiyanlığı gördü; kiliseye kapandı. İntisap ettiği rahipten, vefat edeceği sırada kendisine bir rahip tavsiye etmesini istedi; o da ona, bilip itimat ettiği bir başka rahibi tavsiye etti. Böylece pek çok kimsenin yanında kaldı. Nihayet son dakikalarını yaşayan bahtiyar bir rahipten de aynı talepte bulununca, bu Hıristiyan âlimi ona şu tavsiyede bulundu:
"Evlâdım, şu anda sana tavsiye edebileceğim hiç kimse kalmadı. Ancak, son gelecek nebinin zamanı iyice yaklaştı. O, İbrahim'in Hanif dini üzere gelecek, İbrahim'in hicret ettiği yerden zuhur edecek; ancak başka bir yere hicret edip orada yerleşecek. O'nun nebi olduğuna dair açık deliller vardır. Gidebilirsen oraya git. O, sadaka yemez. Hediye kabul eder ve iki omuzu arasında nübüvvetine delil bir hâtem vardır."
Gerisini kendisinden dinleyelim:
"Rahibin haber verdiği yere gitmek için bir kervan araştırdım. Nihayet böyle bir kervan buldum ve onlara, ücret karşılığı beni de götürmelerini söyledim. Kabul ettiler. Ancak, Vâdi'l-Kurâ'ya gelince zulmedip beni köle diye bir yahudiye sattılar. Bulunduğum yerde hurma bahçelerini görünce, herhâlde burası bana rahibin haber verdiği yer, dedim ve orada kaldım. Sonra da birgün Benî Kurayza yahudilerinden biri gelip beni bu adamdan satın aldı ve Medine'ye götürdü. Orada hurma bahçelerinde çalışıyordum. Allah Resûlü'nden hiçbir haber alamamıştım. Yine günlerden bir gün ağaca çıkmış hurma topluyordum.. ve sahibim olan yahudi de ağacın altında oturuyordu. Biraz sonra onun amca çocuklarından bir yahudi çıkageldi. Öfkeli bir hâlde: 'Allah kahretsin, bütün millet Kuba'ya gidiyor. Mekke'den gelen bir adam peygamberliğini ilân etmiş ve onlar da O'nun peygamber olduğunu zannediyorlar!.' dedi. Heyecandan titremeye başladım. Nerede ise ağaçtan sahibimin üzerine düşecektim. Hızla ağaçtan indim ve adama: 'Ne diyorsun? Ne diyorsun? Bu nasıl bir haber?' demeye başladım. Sahibim benim bu heyecanımı görünce elinin tersiyle bana şiddetli bir tokat atarak: 'Sana ne bu işten? Sen işine bak!' dedi. Ben de: 'Hiç.. sadece ne olduğunu öğrenmek istemiştim.' dedim. Tekrar ağaca çıktım. Akşam olunca neyim varsa topladım ve Kuba'ya gittim. Allah Resûlü ashabıyla beraber oturuyordu. 'Siz fakir insanlarsınız, ben de sadaka verecek yer arıyordum. Şunları size sadaka olarak getirdim, buyurun yiyin.' dedim. Allah Resûlü yanındakilere; 'Siz yiyin.' dedi. Kendisi hiç dokunmadı. İçimden: 'İşte rahibin dediği birinci işaret.' dedim. Ertesi gün yine gittim ve, 'Bu sadaka değil, hediyedir, buyurun yiyin.' dedim. Allah Resûlü ashabını buyur edip kendisi de yedi. 'İkinci işaret de tamam.' dedim.
Ashabdan biri vefat etmişti. Allah Resûlü de cenazede bulunmuş ve Bakîü'l-Garkad'a (Medine Mezarlığı) gelmişti. Yanına varıp selâm verdim. Sonra da arkasına geçtim ve sırtındaki nübüvvet mührünü görmeye çalıştım. Niyetimi sezmişti.. zaten omuzları da açıktı.. ve nübüvvet mührünü de görmüştüm. Üçüncü işaret de aynen rahibin senelerce önce anlattığı gibiydi. Kendimi tutamadım, hemen sarılıp mührü öpmeye başladım. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem); 'Dur bakalım!' dedi. Çekildim. Karşısına oturup, başımdan geçenleri bir bir anlattım. Çok sevinmişti. O'na anlattıklarımın ashabı tarafından da duyulmasını istemişti..."[15]
Evet, inat ve hasedi bırakıp O'na bakanlar O'nu buldu ve O'na vuruldu. Dünle-bugün arasında keyfiyet bakımından zerre kadar fark yoktur. Bugün de binler-yüz binler, O'nun hakkaniyetini görüp tasdik etmekte ve O'nun son resûl olduğunu bütün dünyaya haykırmaktadırlar. Ancak, yine dünle bugün arasında fark olmayan bir husus da, inat ve temerrüdü terk edemeyenlerin, O'nun risaletini bildikleri hâlde kabullenemeyişleridir...
b. Rekabet Hissi
Muğîre b. Şu'be anlatıyor: "Ebû Cehil'le beraber oturuyorduk. Allah Resûlü geldi ve bazı şeyler anlatarak tebliğde bulundu. Ebû Cehil, küstahça: 'Yâ Muhammed! Eğer bunları öbür tarafta tebliğ ettiğine dair şahit aramak için yapıyorsan, hiç yorulma, ben sana şehadet ederim, şimdi beni rahatsız etme!' dedi. Allah Resûlü bizden ayrıldı. Ben Ebû Cehil'e sordum: "Hakikaten O'na inanmıyor musun?" Cevap verdi: "Aslında biliyorum ki, O peygamberdir. Fakat Hâşimîlerle eskiden beri aramızda bir rekabet var. Onlar, rifâde, sikâye bizde diye övünüp duruyorlar. Bir de peygamber de bizden, derlerse işte ben buna dayanamam."[16]
Kureyş toplanıp kafa kafaya verdi ve Allah Resûlü'ne göndermek üzere Utbe b. Rebia'da karar kıldılar. Utbe gidip O'nu ikna edecek ve davasından vazgeçirecekti. Bu zat, o günün entel sınıfından ve Arap edebiyatına vâkıf, varlıklı bir insandı. İki Cihan Serveri'nin yanına vardı ve kendince mantık oyunları yapmaya çalışarak O'na sordu: "Yâ Muhammed! Sen mi hayırlısın, yoksa baban Abdullah mı?" Efendimiz bu soruya cevap vermedi. Hayır, belki de ahmağa en güzel cevap olan sükût ile karşılık verdi. Utbe devamla: Eğer onun senden daha hayırlı olduğunu kabul ediyorsan, muhakkak o, senin şu anda tahkir ettiğin ilâhlara taptı. Yok, eğer kendini ondan daha hayırlı görüyorsan, o zaman konuş da anlattıklarını ben de dinleyeyim.
Allah Resûlü sordu: "Diyeceklerin bitti mi?" Evet, dedi Utbe ve sustu. İki Cihan Serveri diz çöktü ve Fussılet sûresini başından itibaren okumaya başladı. 13. âyet olan:
فَإِنْ أَعْرَضُوا فَقُلْ أَنْذَرْتُكُمْ صَاعِقَةً مِثْلَ صَاعِقَةِ عَادٍ وَثَمُودَ17 âyetine gelince, Utbe dayanamadı. Sıtmalı gibi titriyordu. Ellerini Allah Resûlü'nün mübarek dudaklarına götürdü. Takati kalmamıştı. 'Sus yâ Muhammed! İnandığın Allah aşkına sus!' dedi ve kalkıp gitti.
Mekke büyükleri neticeyi bekliyorlardı. Ebû Cehil, Utbe'nin gelişini hiç beğenmemişti. Yanındakilere, 'Gittiği gibi dönmüyor.' dedi. Utbe doğruca evine gitti. Dinlediği âyetler onu yıldırım çarpar gibi çarpmıştı.. ve biraz sonra da şeytana akıl öğreten adam Ebû Cehil gelip kapıya dayanmıştı. Utbe'nin iman etmesinden korkuyor ve hemen hâdisenin üzerine gitme lüzumuna inanıyordu.. ve Utbe'nin zayıf tarafını çok iyi biliyordu. Onu gururundan vuracaktı. Harekete geçti ve şöyle dedi:
- Yâ Utbe, duydum ki Muhammed sana fazla iltifat etmiş. Orada sana ziyafet vermiş, yedirmiş, içirmiş. Sen de bu iltifata dayanamayıp O'na iman etmişsin. Halk arasında söylenenler bunlar... Utbe öfkelendi. Damarı kabardı. 'Benim O'nun yemeğine ihtiyacım olmadığını hepiniz biliyorsunuz. Aranızda en zengin benim. Fakat Muhammed'in söyledikleri beni sarstı. Çünkü okuduğu şiir değildi. Kâhin sözüne ise hiç benzemiyordu. Ne diyeceğimi bilemiyorum. O, sözü doğru bir insandır. O'nun okuduklarını dinlerken Âd ve Semûd'un başına gelenlerin bizim de başımıza geleceğinden korktum...[18]
c. Başka Sebepler
Aslında bu itiraflar sadece bir iki kişiye münhasır değildi. Umumî vicdanda kanaat hep aynıydı. Fakat korku, tama', hırs ve inat gibi menfî tesirler inanmalarına mâni oluyordu.. evet, hem de bildikleri hâlde inanamıyorlardı.
İşte, Kur'ân-ı Kerim, hem onların bu hâlini anlatma hem de Efendimiz'i tesliye makamında şöyle buyuruyor:
قَدْ نَعْلَمُ إِنَّهُ لَيَحْزُنُكَ الَّذِي يَقُولُونَ فَإِنَّهُمْ لاَ يُكَذِّبُونَكَ وَلَكِنَّ الظَّالِمِينَ بِآيَاتِ اللّٰهِ يَجْحَدُونَ "Onların söylediklerinin, seni üzeceğini elbette çok iyi biliyoruz. Doğrusu onlar seni yalancı saymıyorlar, fakat zalimler, bile bile Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlar."[19]
Onlar sana çeşitli isnatlarda bulunuyorlar. Onların bu isnatları da seni üzüyor. Sakın, o bedeninin altında kalıp ezilmişlerin ve alışkanlıklarını terk edemeyen nefsinin zebunu tali'sizlerin dedikleri ve söyledikleri seni üzmesin. Hem aslında onlar seni bizzat yalanlamıyorlar. Evet, onların hiçbiri kalkıp da sana yalan isnat edemiyor. Çünkü onlar da biliyorlar ki, sen yalan söylemekten müberrasın. "Emîn" ismini sana veren onlardır. Bunların akılsızlıklarına bak ki, sana isnat ettikleri şeylere inanmadıkları hâlde, kendi akıl ve muhâkemelerine rağmen, böyle bir şeye cüret ediyorlar. Öyleyse üzülmene ne gerek var!
Evet, üzülmesi gereken birisi varsa, o da dünya ve ukbânın dizginlerini elinde tutan bir Zât'a karşı hem de ışığın etrafında durdukları hâlde, istifade menfezlerini açıp istifade edemeyenlerdir.
[1] İbn Hişâm, es-Sîratü'n-nebeviyye, 1/319-322.
[2] Mâide sûresi, 5/67.
[3] İbn Hacer, el-İsâbe, 1/353; 6/506.
[4] İbn Kesîr, el-Bidâye ve'n-nihâye, 2/298 vd.; İbn Hacer, el-İsâbe, 2/615.
[5] Buhârî, bed'ü'l-vahy 3.
[6] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5/451.
[7] İbn Hacer, el-İsâbe, 4/118.
[8] Ahkâf sûresi, 46/10.
[9] Taberî, Câmiu'l-beyan, 26/9.
[10] Taberî, Câmiu'l-beyan, 26/12.
[11] Bakara sûresi, 2/146.
[12] İbn Kesîr, Tefsiru'l-Kur'âni'l-azim, 1/195; Suyûtî, ed-Dürrü'l-mensûr, 1/357; Ebu's-suûd Efendi, İrşadü akli's-selim, 1/176.
[13] Bakara sûresi, 2/89.
[14] Buhârî, enbiyâ 1; menâkıbu'l-ensar 45.
[15] İbn Hişâm, es-Sîratü'n-nebeviyye, 2/41-47.
[16] İbn Ebî Şeybe, Musannef, 7/255-256.
[17] "Eğer yüz çevirirlerse sen şöyle de: 'Ben, sizi Âd ve Semûd halklarını çarpan kasırga gibi bir kasırganın geleceğini bildirerek uyarıyorum.' "
[18] İbn Kesîr, el-Bidâye ve'n-nihâye, 3/61-64; İbn Hişâm, es-Sîratü'n-nebeviyye, 2/130-132.
[19] En'âm sûresi, 6/33.
1. Şam Yolculuğu ve Rahip Bahîra
Siyer kitapları Allah Resûlü'nün ilk yolculuğunu amcası Ebû Talib'le ve henüz on iki yaşında iken yaptığını naklederler. Bu yolculuk Şam'a yapılmaktadır. Kervan bir yerde konaklar; Allah Resûlü de kervana gözcü olarak bırakılır. Diğerleri istirahata çekilmek üzere bir hana yerleşirler. Bazılarının, yanlışlıkla "Buhayra" dedikleri rahip Bahîra, gelmekte olan bu kervanı seyrederken dikkatini çeken bir hâdise olmuştur. Kervanın üzerinde bir bulut vardır ve bulut, sürekli kervanı takip etmektedir. Kervan durunca durmakta, yürüyünce de harekete geçmektedir.
Bunun üzerine Bahîra kervanda bulunan herkesi yemeğe davet eder. Daha önceleri kervanlarla hiç ilgilenmeyen Bahîra'nın bu davranışı herkesi şaşırtmıştır. Efendimiz hariç herkes bu davete icabet eder. Fakat rahip gelenler içinde aradığını bulamamıştır. Bunun üzerine kervanın başında kimsenin kalıp kalmadığını sorar. Aldığı cevab üzere O'nu da çağırtır. Daha O'nu görür görmez, hükmünü verir. Ve Ebû Talib'e O'nun kim olduğunu sorar. "Oğlum" deyince de, Bahîra buna pek inanmak istemez, zira onun tespitlerine göre bu O'dur. O'nun babası, henüz O doğmadan vefat etmiş olmalıdır. Ve daha sonra Ebû Talib'i bir kenara çekip, bu yolculuktan vazgeçmesini tavsiye eder. Çünkü ona göre Yahudiler haset insanlardır. Bu çocuğun simasından O'nun son peygamber olduğunu anlayabilirler ve kendilerinden olmadığı için de O'na bir kötülük düşünebilirler mülâhazasıyla, Ebû Talib'e: "Sen bu yolculuktan vazgeç." der. Ebû Talib denileni yapar.. bir mazeret bulup kervandan ayrılır ve Mekke'ye geri döner.[1]
Bahîra, hakikati söylüyordu. Fakat bilemediği bir husus vardı. O, Allah'ın (celle celâluhu) himayesindeydi ve O'nu hayatının sonuna kadar Allah (celle celâluhu) koruyacaktı ki, وَاللّٰهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِyani "Ey Habibim! Allah seni (iç ve dış mihrakların şerrinden) koruyup muhafaza edecektir."[2] âyeti de bunu ifade etmektedir. Evet, Rabbi, O'na böyle diyordu.. ve dediğini de yerine getirecekti...
2. Şam'a İkinci Seyahat
İki Cihan Serveri, ikinci seyahatini de yirmi beş yaşlarında yapar. Bu defa da Hz. Hatice'nin gönderdiği kervanın başındadır ve onunla iş ortaklığı yapmaktadır. Bu seyahatinde de Bahîra ile karşılaşır. Rahip iyice ihtiyarlamıştır. Allah Resûlü'nü görünce de bir hayli sevinir. Zira o, hep böyle bir günü beklemişti. Allah Resûlü'ne: "Sen peygamber olacaksın. Ah keşke Senin nübüvvetini ilân ettiğin güne yetişebilsem, yetişebilsem de ayakkabılarını taşısam ve sana hizmet edebilsem." demişti.[3] O, o günlere yetişemedi; fakat bu kabullenmenin, ona ahirette çok şey kazandırdığı kesindi; muhakkaktı.
3. Herkes O'nu Bekliyordu
O'nu bekleyen ve O'nu müjdeleyenlerin sayısı sadece bir iki kişiye münhasır değildi, bunlar çoktu ve Zeyd b. Amr da bunlardan biridir. Aşere‑i Mübeşşere'den meşhur sahabi Said b. Zeyd'in babası ve Hz. Ömer'in amcası olan Zeyd, hanîflerdendi. Bu zat, putlardan yüz çevirmiş ve onların hiçbir fayda ve zarara muktedir olamayacaklarını haykırmış, tulûa beş dakika kala gurûb edenlerden biriydi. Bunun da bişaretleri olmuştu ve en mühimi de şu sözleriydi: "Ben bir din biliyorum ki onun gelmesi çok yakındır; gölgesi başınızın üzerindedir. Fakat bilemiyorum ki ben o günlere yetişebilecek miyim?"
Zeyd, bir esintiden müteessir olmuş ve vicdanı hakka karşı tamamen uyanmış biriydi; bir olan Allah'a (celle celâluhu) inanıyor ve O'na teslimiyetini arz ediyordu. Ancak ne inandığı Allah'a, "Allahım" diyebiliyor, ne de O'na nasıl ibadet edeceğini bilebiliyordu.
Sahabe-i kiramdan Âmir b. Rebia, bize şunu naklediyor: "Zeyd b. Amr'dan işittim, bir gün şöyle diyordu: 'Ben Hz. İsmail'in, sonra Abdülmuttalib'in soyundan gelecek bir nebi bekliyorum. O'na yetişebileceğimi zannetmiyorum; ama iman ediyor, tasdik ediyor ve kabul ediyorum ki, O, hak nebidir. Eğer senin ömrün olur da O'na yetişirsen, benden O'na selâm söyle! Sonra da, sana O'nun şemâilinden haber vereyim de sakın şaşırma!' dedi. Ben de 'Buyur anlat.' dedim. Devam etti: 'Orta boyludur. Ne çok uzun ne de çok kısadır. Saçları tam düz de değildir, kıvırcık da değildir. İsmi Ahmed'dir. Doğum yeri Mekke'dir. Peygamber olarak gönderileceği yer de burasıdır. Ancak daha sonra kavmi, O'nun getirdikleri, onların hoşlarına gitmediğinden, O'nu Mekke'den çıkaracaklardır. O, Yesrib'e (Medine) hicret edecek ve getirdiği din oradan yayılacaktır. Sakın ondan gafil olma! Ben diyar diyar dolaştım ve Hz. İbrahim'in dinini aradım. Bütün konuştuğum Yahudi ve Hıristiyan âlimleri bana, (senin aradığın daha sonra gelecek) dediler ve hepsi de bana biraz evvel sana anlattığım şeyleri anlattılar ve sözlerinin sonunu da şöyle bağladılar: O, son peygamberdir ve O'ndan sonra da bir daha peygamber gelmeyecektir.' "
Âmir b. Rebia devam ediyor: "Gün geldi ben de Müslüman oldum. Allah Resûlü'ne, Zeyd'in dediklerini bir bir anlattım. Selâmını söyleyince toparlandı ve Zeyd'in selâmını aldı. Ardından da şöyle buyurdu: Ben Zeyd'i Cennet'te eteklerini sürüye sürüye yürürken gördüm."[4]
Varaka b. Nevfel bir Hıristiyan âlimiydi ve Hz. Hatice'nin de akrabasıydı. Allah Resûlü'ne ilk vahiy gelmeye başladığında, Hatice Validemiz (radıyallâhu anhâ) durumun ne olduğunu öğrenmek için ona gelmiş ve Varaka'dan şu cevabı almıştı: "Yâ Hatice! O doğru sözlü bir insandır. Gördüğü, nübüvvetin ilk başlangıcında görülmesi gerekenlerdir. O'na gelen Namus-u Ekber'dir. Hz. Musa'ya ve Hz. İsa'ya (aleyhimesselâm) da o gelmiştir. Yakın zamanda O, peygamber olacaktır. Eğer o günlere yetişebilirsem, ben de O'na iman eder ve mutlaka muzahir olurum."[5]
Abdullah b. Selâm ise bir Yahudi âlimiydi. İslâm'a girişini bizzat kendisinden dinleyelim: "Allah Resûlü Medine'ye hicret edince herkes gibi ben de görmeye gittim. Etrafında birçok insan vardı. Ben içeriye girdiğimde mübarek dudaklarından şu sözler dökülüyordu: أَفْشُوا السَّلاَمَ وَأطْعِمُوا الطَّعَامَ..."Önünüze gelene selâm verin ve yemek yedirin..." O'nun sözlerindeki büyüye ve çehresindeki derinliğe vurulmuştum. Hemen orada şehadet getirip Müslüman oldum. Çünkü O'nda gördüğüm sima ancak bir peygamberde olabilirdi."[6]
Abdullah b. Selâm (radıyallâhu anh) mühim bir şahsiyetti. İbn Hacer'in "İsâbe"de kaydettiğine göre, Hz. Yusuf'un neslinden geliyordu.[7] İtibarlı bir insandı. Onun şahitliği bizzat Kur'ân'da tebcil ediliyor ve delil getirme sadedinde anlatılıyordu: قُلْ أَرَأَيْتُمْ إِنْ كَانَ مِنْ عِنْدِ اللّٰهِ وَكَفَرْتُمْ بِهِ وَشَهِدَ شَاهِدٌ مِنْ بَنِي إِسْرَائِيلَ عَلَى مِثْلِهِ فَآمَنَ وَاسْتَكْبَرْتُمْ إِنَّ اللّٰهَ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِمِينَ""De ki: Hiç düşündünüz mü; şayet bu, Allah katından ise ve siz de O'nu inkâr etmişseniz, İsrailoğullarından bir şahit de bunun benzerini görüp inandığı hâlde, siz yine de büyüklük taslamışsanız (haksızlık etmiş olmaz mısınız?) Şüphesiz Allah zalimler topluluğunu doğru yola iletmez."[8]
Âyette zikredilen Benî İsrailli şahit, Abdullah b. Selâm'dır. Her ne kadar bazı müfessirler, bu sûrenin Mekkî oluşunu nazara alarak zikredilen şahsın Hz. Musa (aleyhisselâm) olacağını söylemişlerse de,[9] bu âyetin Medenî olduğu görüşü daha kuvvetlidir. Yani Ahkâf sûresi Mekkî olmakla beraber sadece bu âyet Medenîdir ve Abdullah b. Selâm'dan bahsetmektedir.[10]
4. Neden İnanmadılar?
Aslında Yahudi ve Hıristiyanlardan bazıları, Allah Resûlü'nü çok iyi bilip tanıyorlardı. Ama kin ve hasetleri inanmalarına mâni oluyordu. Hem bu tanıma, o kadar kesin ve netti ki inanmak için sadece Allah Resûlü'ne bir kere bakmaları yeterliydi. Zira onlar, Allah Resûlü'nü bütün şekil ve şemâiliyle tanıyorlardı. Kur'ân-ı Kerim bu hakikate şöyle işaret etmektedir:
اَلَّذِينَ آتَيْنَاهُمُ الْكِتَابَ يَعْرِفُونَهُ كَمَا يَعْرِفُونَ أَبْنَاءَهُمْ وَإِنَّ فَرِيقاً مِنْهُمْ لَيَكْتُمُونَ الْحَقَّ وَهُمْ يَعْلَمُونَ "Kendilerine kitap verdiklerimiz, O'nu öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. (Buna rağmen) onlardan bir grup, bile bile gerçeği gizler."[11]
Âyette, bizzat Allah Resûlü'nün ismi zikredilmeyip de "O'nu" denmesi işaret ediyor ki, Ehl-i Kitap bütünüyle, son gelecek peygamber kastedilerek "O" dendiğinde hep Tevrat ve İncil'de adı geçen Zât'ı anlıyorlardı. O da, hiç şüphesiz ki, Hz. Muhammed Aleyhisselâm'dı ve O'nu öz evlâtlarından daha iyi tanıyorlardı.
Hz. Ömer (radıyallâhu anh), Abdullah b. Selâm'a sorar:
- Allah Resûlü'nü öz evlâdın gibi tanıyor muydun?
Cevap verir:
- Öz evlâdımdan daha iyi tanıyordum.
Hz. Ömer, ikinci defa "Nasıl?" diye sorunca da şu cevabı verir: "Evlâdım hakkında şüphe edebilirim. Belki beni hanımım kandırmıştır. Fakat Allah Resûlü'nün son peygamber olduğundan zerre kadar şüphem yoktur." Bu cevap Hz. Ömer'i öyle sevindirir ki, kalkar ve Abdullah b. Selâm'ın başından öper.[12]
a. Kıskançlık ve Haset
Evet, onlar Allah Resûlü'nü çok iyi tanıyorlardı. Fakat iman başka, tanımak daha başkadır. Tanıyor, ama iman edemiyorlardı. Kıskançlıkları ve hasetleri imanlarına mâni oluyordu.
وَلَمَّا جَاءَهُمْ كِتَابٌ مِنْ عِنْدِ اللّٰهِ مُصَدِّقٌ لِمَا مَعَهُمْ وَكَانُوا مِنْ قَبْلُ يَسْتَفْتِحُونَ عَلَى الَّذِينَ كَفَرُوا فَلَمَّا جَاءَهُمْ مَا عَرَفُوا كَفَرُوا بِهِ فَلَعْنَةُ اللّٰهِ عَلَى الْكَافِرِينَ"Ne zaman ki, onlara Allah katından, yanlarında bulunan (Tevrat)'ı doğrulayıcı bir kitap (Kur'ân) geldi ki, daha önce küfredenlere karşı nusret talebinde bulunup dururlarken, o bildikleri (Kur'ân) kendilerine gelince, onu inkâr ettiler, artık Allah'ın lâneti, inkârcıların üzerine olsun."[13]
Bu âyetle de Cenâb-ı Hak, onların, Allah Resûlü'nü kabul etmemelerindeki gerçek sebebi anlatıyordu. Bütün mesele son gelen nebinin Yahudi olmamasıydı. Eğer Allah Resûlü, Yahudilerin içlerinden çıkmış olsaydı, hiç şüphesiz davranışları daha farklı olabilirdi.
Nitekim Abdullah b. Selâm (radıyallâhu anh), Allah Resûlü'ne gelerek: "Yâ Resûlallah, beni bir yere saklayın ve Medine'de ne kadar Yahudi âlimi varsa hepsini çağırın! Sonra da onlara beni ve babamı nasıl tanıdıklarını sorun! Muhakkak cevapları müspet olacaktır. Sonra da ben, saklandığım yerden çıkıp Müslümanlığımı ilân edeyim." teklifinde bulunmuştu. Allah Resûlü de bu teklifi kabul buyurmuşlardı. Derken Abdullah b. Selâm, evin bir yerine gizlendi. Gelen Yahudi âlimleri yerlerini aldılar. Efendimiz sordu: "Siz Abdullah b. Selâm'ı ve babasını nasıl bilirsiniz?" Cevap verdiler: "O ve babası bizim aramızda en âlim ve en şereflilerdendir." Allah Resûlü: "O beni tasdik ederse, siz ne dersiniz?" dediğinde ise: "İmkânı yok, asla böyle bir şey olamaz!" dediler. Tam o esnada da Abdullah b. Selâm (radıyallâhu anh) saklandığı yerden çıktı. Şehadet getirip Efendimiz'in peygamberliğini tasdik etti. Şaşırıp kaldılar ve biraz önce söyledikleri övücü ifadeleri geri alarak: "O bizim en şerlimiz ve en şerlimizin oğludur." dediler. Bunun üzerine Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu ikiyüzlülerin, huzurunda daha fazla kalmasına izin vermedi.[14]
Bu hâdise de açıkça ispat ediyor ki, Yahudiler Allah Resûlü'nü bilip tanıyorlardı. Ancak peşin hükümlü ve sabit fikirli olmaları, onları imandan alıkoyuyordu.
Selmân-ı Fârisî (radıyallâhu anh) de bu mevzuda tek başına bir delildir. Önceleri Mecûsi idi; ama hak dini bulabilme arzusuyla yanıp tutuşuyordu. Sonra Hıristiyanlığı gördü; kiliseye kapandı. İntisap ettiği rahipten, vefat edeceği sırada kendisine bir rahip tavsiye etmesini istedi; o da ona, bilip itimat ettiği bir başka rahibi tavsiye etti. Böylece pek çok kimsenin yanında kaldı. Nihayet son dakikalarını yaşayan bahtiyar bir rahipten de aynı talepte bulununca, bu Hıristiyan âlimi ona şu tavsiyede bulundu:
"Evlâdım, şu anda sana tavsiye edebileceğim hiç kimse kalmadı. Ancak, son gelecek nebinin zamanı iyice yaklaştı. O, İbrahim'in Hanif dini üzere gelecek, İbrahim'in hicret ettiği yerden zuhur edecek; ancak başka bir yere hicret edip orada yerleşecek. O'nun nebi olduğuna dair açık deliller vardır. Gidebilirsen oraya git. O, sadaka yemez. Hediye kabul eder ve iki omuzu arasında nübüvvetine delil bir hâtem vardır."
Gerisini kendisinden dinleyelim:
"Rahibin haber verdiği yere gitmek için bir kervan araştırdım. Nihayet böyle bir kervan buldum ve onlara, ücret karşılığı beni de götürmelerini söyledim. Kabul ettiler. Ancak, Vâdi'l-Kurâ'ya gelince zulmedip beni köle diye bir yahudiye sattılar. Bulunduğum yerde hurma bahçelerini görünce, herhâlde burası bana rahibin haber verdiği yer, dedim ve orada kaldım. Sonra da birgün Benî Kurayza yahudilerinden biri gelip beni bu adamdan satın aldı ve Medine'ye götürdü. Orada hurma bahçelerinde çalışıyordum. Allah Resûlü'nden hiçbir haber alamamıştım. Yine günlerden bir gün ağaca çıkmış hurma topluyordum.. ve sahibim olan yahudi de ağacın altında oturuyordu. Biraz sonra onun amca çocuklarından bir yahudi çıkageldi. Öfkeli bir hâlde: 'Allah kahretsin, bütün millet Kuba'ya gidiyor. Mekke'den gelen bir adam peygamberliğini ilân etmiş ve onlar da O'nun peygamber olduğunu zannediyorlar!.' dedi. Heyecandan titremeye başladım. Nerede ise ağaçtan sahibimin üzerine düşecektim. Hızla ağaçtan indim ve adama: 'Ne diyorsun? Ne diyorsun? Bu nasıl bir haber?' demeye başladım. Sahibim benim bu heyecanımı görünce elinin tersiyle bana şiddetli bir tokat atarak: 'Sana ne bu işten? Sen işine bak!' dedi. Ben de: 'Hiç.. sadece ne olduğunu öğrenmek istemiştim.' dedim. Tekrar ağaca çıktım. Akşam olunca neyim varsa topladım ve Kuba'ya gittim. Allah Resûlü ashabıyla beraber oturuyordu. 'Siz fakir insanlarsınız, ben de sadaka verecek yer arıyordum. Şunları size sadaka olarak getirdim, buyurun yiyin.' dedim. Allah Resûlü yanındakilere; 'Siz yiyin.' dedi. Kendisi hiç dokunmadı. İçimden: 'İşte rahibin dediği birinci işaret.' dedim. Ertesi gün yine gittim ve, 'Bu sadaka değil, hediyedir, buyurun yiyin.' dedim. Allah Resûlü ashabını buyur edip kendisi de yedi. 'İkinci işaret de tamam.' dedim.
Ashabdan biri vefat etmişti. Allah Resûlü de cenazede bulunmuş ve Bakîü'l-Garkad'a (Medine Mezarlığı) gelmişti. Yanına varıp selâm verdim. Sonra da arkasına geçtim ve sırtındaki nübüvvet mührünü görmeye çalıştım. Niyetimi sezmişti.. zaten omuzları da açıktı.. ve nübüvvet mührünü de görmüştüm. Üçüncü işaret de aynen rahibin senelerce önce anlattığı gibiydi. Kendimi tutamadım, hemen sarılıp mührü öpmeye başladım. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem); 'Dur bakalım!' dedi. Çekildim. Karşısına oturup, başımdan geçenleri bir bir anlattım. Çok sevinmişti. O'na anlattıklarımın ashabı tarafından da duyulmasını istemişti..."[15]
Evet, inat ve hasedi bırakıp O'na bakanlar O'nu buldu ve O'na vuruldu. Dünle-bugün arasında keyfiyet bakımından zerre kadar fark yoktur. Bugün de binler-yüz binler, O'nun hakkaniyetini görüp tasdik etmekte ve O'nun son resûl olduğunu bütün dünyaya haykırmaktadırlar. Ancak, yine dünle bugün arasında fark olmayan bir husus da, inat ve temerrüdü terk edemeyenlerin, O'nun risaletini bildikleri hâlde kabullenemeyişleridir...
b. Rekabet Hissi
Muğîre b. Şu'be anlatıyor: "Ebû Cehil'le beraber oturuyorduk. Allah Resûlü geldi ve bazı şeyler anlatarak tebliğde bulundu. Ebû Cehil, küstahça: 'Yâ Muhammed! Eğer bunları öbür tarafta tebliğ ettiğine dair şahit aramak için yapıyorsan, hiç yorulma, ben sana şehadet ederim, şimdi beni rahatsız etme!' dedi. Allah Resûlü bizden ayrıldı. Ben Ebû Cehil'e sordum: "Hakikaten O'na inanmıyor musun?" Cevap verdi: "Aslında biliyorum ki, O peygamberdir. Fakat Hâşimîlerle eskiden beri aramızda bir rekabet var. Onlar, rifâde, sikâye bizde diye övünüp duruyorlar. Bir de peygamber de bizden, derlerse işte ben buna dayanamam."[16]
Kureyş toplanıp kafa kafaya verdi ve Allah Resûlü'ne göndermek üzere Utbe b. Rebia'da karar kıldılar. Utbe gidip O'nu ikna edecek ve davasından vazgeçirecekti. Bu zat, o günün entel sınıfından ve Arap edebiyatına vâkıf, varlıklı bir insandı. İki Cihan Serveri'nin yanına vardı ve kendince mantık oyunları yapmaya çalışarak O'na sordu: "Yâ Muhammed! Sen mi hayırlısın, yoksa baban Abdullah mı?" Efendimiz bu soruya cevap vermedi. Hayır, belki de ahmağa en güzel cevap olan sükût ile karşılık verdi. Utbe devamla: Eğer onun senden daha hayırlı olduğunu kabul ediyorsan, muhakkak o, senin şu anda tahkir ettiğin ilâhlara taptı. Yok, eğer kendini ondan daha hayırlı görüyorsan, o zaman konuş da anlattıklarını ben de dinleyeyim.
Allah Resûlü sordu: "Diyeceklerin bitti mi?" Evet, dedi Utbe ve sustu. İki Cihan Serveri diz çöktü ve Fussılet sûresini başından itibaren okumaya başladı. 13. âyet olan:
فَإِنْ أَعْرَضُوا فَقُلْ أَنْذَرْتُكُمْ صَاعِقَةً مِثْلَ صَاعِقَةِ عَادٍ وَثَمُودَ17 âyetine gelince, Utbe dayanamadı. Sıtmalı gibi titriyordu. Ellerini Allah Resûlü'nün mübarek dudaklarına götürdü. Takati kalmamıştı. 'Sus yâ Muhammed! İnandığın Allah aşkına sus!' dedi ve kalkıp gitti.
Mekke büyükleri neticeyi bekliyorlardı. Ebû Cehil, Utbe'nin gelişini hiç beğenmemişti. Yanındakilere, 'Gittiği gibi dönmüyor.' dedi. Utbe doğruca evine gitti. Dinlediği âyetler onu yıldırım çarpar gibi çarpmıştı.. ve biraz sonra da şeytana akıl öğreten adam Ebû Cehil gelip kapıya dayanmıştı. Utbe'nin iman etmesinden korkuyor ve hemen hâdisenin üzerine gitme lüzumuna inanıyordu.. ve Utbe'nin zayıf tarafını çok iyi biliyordu. Onu gururundan vuracaktı. Harekete geçti ve şöyle dedi:
- Yâ Utbe, duydum ki Muhammed sana fazla iltifat etmiş. Orada sana ziyafet vermiş, yedirmiş, içirmiş. Sen de bu iltifata dayanamayıp O'na iman etmişsin. Halk arasında söylenenler bunlar... Utbe öfkelendi. Damarı kabardı. 'Benim O'nun yemeğine ihtiyacım olmadığını hepiniz biliyorsunuz. Aranızda en zengin benim. Fakat Muhammed'in söyledikleri beni sarstı. Çünkü okuduğu şiir değildi. Kâhin sözüne ise hiç benzemiyordu. Ne diyeceğimi bilemiyorum. O, sözü doğru bir insandır. O'nun okuduklarını dinlerken Âd ve Semûd'un başına gelenlerin bizim de başımıza geleceğinden korktum...[18]
c. Başka Sebepler
Aslında bu itiraflar sadece bir iki kişiye münhasır değildi. Umumî vicdanda kanaat hep aynıydı. Fakat korku, tama', hırs ve inat gibi menfî tesirler inanmalarına mâni oluyordu.. evet, hem de bildikleri hâlde inanamıyorlardı.
İşte, Kur'ân-ı Kerim, hem onların bu hâlini anlatma hem de Efendimiz'i tesliye makamında şöyle buyuruyor:
قَدْ نَعْلَمُ إِنَّهُ لَيَحْزُنُكَ الَّذِي يَقُولُونَ فَإِنَّهُمْ لاَ يُكَذِّبُونَكَ وَلَكِنَّ الظَّالِمِينَ بِآيَاتِ اللّٰهِ يَجْحَدُونَ "Onların söylediklerinin, seni üzeceğini elbette çok iyi biliyoruz. Doğrusu onlar seni yalancı saymıyorlar, fakat zalimler, bile bile Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlar."[19]
Onlar sana çeşitli isnatlarda bulunuyorlar. Onların bu isnatları da seni üzüyor. Sakın, o bedeninin altında kalıp ezilmişlerin ve alışkanlıklarını terk edemeyen nefsinin zebunu tali'sizlerin dedikleri ve söyledikleri seni üzmesin. Hem aslında onlar seni bizzat yalanlamıyorlar. Evet, onların hiçbiri kalkıp da sana yalan isnat edemiyor. Çünkü onlar da biliyorlar ki, sen yalan söylemekten müberrasın. "Emîn" ismini sana veren onlardır. Bunların akılsızlıklarına bak ki, sana isnat ettikleri şeylere inanmadıkları hâlde, kendi akıl ve muhâkemelerine rağmen, böyle bir şeye cüret ediyorlar. Öyleyse üzülmene ne gerek var!
Evet, üzülmesi gereken birisi varsa, o da dünya ve ukbânın dizginlerini elinde tutan bir Zât'a karşı hem de ışığın etrafında durdukları hâlde, istifade menfezlerini açıp istifade edemeyenlerdir.
[1] İbn Hişâm, es-Sîratü'n-nebeviyye, 1/319-322.
[2] Mâide sûresi, 5/67.
[3] İbn Hacer, el-İsâbe, 1/353; 6/506.
[4] İbn Kesîr, el-Bidâye ve'n-nihâye, 2/298 vd.; İbn Hacer, el-İsâbe, 2/615.
[5] Buhârî, bed'ü'l-vahy 3.
[6] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5/451.
[7] İbn Hacer, el-İsâbe, 4/118.
[8] Ahkâf sûresi, 46/10.
[9] Taberî, Câmiu'l-beyan, 26/9.
[10] Taberî, Câmiu'l-beyan, 26/12.
[11] Bakara sûresi, 2/146.
[12] İbn Kesîr, Tefsiru'l-Kur'âni'l-azim, 1/195; Suyûtî, ed-Dürrü'l-mensûr, 1/357; Ebu's-suûd Efendi, İrşadü akli's-selim, 1/176.
[13] Bakara sûresi, 2/89.
[14] Buhârî, enbiyâ 1; menâkıbu'l-ensar 45.
[15] İbn Hişâm, es-Sîratü'n-nebeviyye, 2/41-47.
[16] İbn Ebî Şeybe, Musannef, 7/255-256.
[17] "Eğer yüz çevirirlerse sen şöyle de: 'Ben, sizi Âd ve Semûd halklarını çarpan kasırga gibi bir kasırganın geleceğini bildirerek uyarıyorum.' "
[18] İbn Kesîr, el-Bidâye ve'n-nihâye, 3/61-64; İbn Hişâm, es-Sîratü'n-nebeviyye, 2/130-132.
[19] En'âm sûresi, 6/33.
24 Mart 2016 Perşembe
İSRA SÜRESİ AYET 91
أَوْ تَكُونَ لَكَ جَنَّةٌ مِّن نَّخِيلٍ وَعِنَبٍ فَتُفَجِّرَ الأَنْهَارَ خِلالَهَا تَفْجِيرًا ﴿٩١﴾
Ev tekûne leke cennetun min nahîlin ve inebin fe tufecciral enhâra hılâlehâ tefcîrâ(tefcîran).
İSRA SÜRESİ AYET 92
أَوْ تُسْقِطَ السَّمَاء كَمَا زَعَمْتَ عَلَيْنَا كِسَفًا أَوْ تَأْتِيَ بِاللّهِ وَالْمَلآئِكَةِ قَبِيلاً ﴿٩٢﴾
Ev tuskıtas semâe kemâ zeamte aleynâ kisefen ev te’tiye billâhi vel melâiketi kabîlâ(kabîlen).
İSRA SÜRESİ AYET 93
أَوْ يَكُونَ لَكَ بَيْتٌ مِّن زُخْرُفٍ أَوْ تَرْقَى فِي السَّمَاء وَلَن نُّؤْمِنَ لِرُقِيِّكَ حَتَّى تُنَزِّلَ عَلَيْنَا كِتَابًا نَّقْرَؤُهُ قُلْ سُبْحَانَ رَبِّي هَلْ كُنتُ إَلاَّ بَشَرًا رَّسُولاً ﴿٩٣﴾
Ev yekûne leke beytun min zuhrufin ev terkâ fîs semâi, ve len nu’mine li rukıyyike hattâ tunezzile aleynâ kitâben nakrauhu, kul subhâne rabbî hel kuntu illâ beşeren resûlâ(resûlen).
İSRA SÜRESİ AYET 94
وَمَا مَنَعَ النَّاسَ أَن يُؤْمِنُواْ إِذْ جَاءهُمُ الْهُدَى إِلاَّ أَن قَالُواْ أَبَعَثَ اللّهُ بَشَرًا رَّسُولاً ﴿٩٤﴾
Ve mâ menean nâse en yu’minû iz câe humul hudâ illâ en kâlû e beasallâhu beşeren resûlâ(resûlen).
İSRA SÜRESİ AYET 95
قُل لَّوْ كَانَ فِي الأَرْضِ مَلآئِكَةٌ يَمْشُونَ مُطْمَئِنِّينَ لَنَزَّلْنَا عَلَيْهِم مِّنَ السَّمَاء مَلَكًا رَّسُولاً ﴿٩٥﴾
Kul lev kâne fîl ardı melâiketun yemşûne mutmainnîne le nezzelnâ aleyhim mines semâi meleken resûlâ(resûlen).
İSRA SÜRESİ AYET 91
VEYA senin hurma ve üzüm bahçen olsun bunların aralarından şarıl şarıl çaylar akıtasın
İSRA SÜRESİ AYET 92
VEYA söyledigin gögü paramparça ederek başımıza düşüresin veya ALLAH ı ve melekleri açıkça karşımıza getiresin
İSRA SÜRESİ AYET 93
VEYA senin altından bir evin olsun veya göge çıkasın bize okuyacagımız bir mektup indirmedigin sürece oraya çıktıgına da asla inanmayız de ki sübhanallah rabbimin tenzih ederim ben sadece insan bir rasulüm
İSRA SÜRESİ AYET 94
KENDİLERİNE dogru yolu gösteren rehber geldiginde insanların iman etmelerine sadece ALLAH rasul olarak bir insanı mı gönderdi demeleri engel oldu
İSRA SÜRESİ AYET 95
DE Kİ eger yeryüzünde uslu uslu yürüyen melekler olsaydı elbette onlara gökten melek bir rasul gönderirdik
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)