24 Aralık 2015 Perşembe

CUMANIN SOHBETİ OLSUN CUMAYI BAYRAM SAYANLARIN CUMASI MUBAREK OLSUN
İŞTE DIHYE _ İ KELBİ (RADIYALLAHÜ) ANH HAYATI
Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden ve sima olarak en güzellerinden. İsmi; Dıhye bin Halife bin Ferve bin Fedâle bin Zeyd bin İmrü’l-Kays bin Hazrec olup, Dıhyet-ül-Kelbî diye meşhûr olmuştur. Doğum yeri ve tarihi bilinmemektedir. 50 (m. 670) senesinde vefât etti.
Dıhye-i Kelbî (r.a.) ticâretle meşgul olup, çok zengindi. Kabilesinin reisiydi. Müslüman olmadan önce de Resûlullahı (s.a.v.) severdi. Ticâret için Medine’den ayrılıp her dönüşünde Resûlullahı (s.a.v.) ziyâret eder ve hediyeler getirirdi. Fakat Peygamberimiz (s.a.v.) bunlara kıymet vermez ve “Yâ Dıhye eğer beni memnun etmek istiyorsan îmân et. Cehennem ateşinden kurtul” buyurur, O’nun îmân etmesini isterdi. Dıhye ise zamanı olduğunu söylerdi. Peygamberimiz (s.a.v.) onun hidâyet bulması için duâ ederdi.
Bedir gazâsından sonra bir gün Cebrâil (a.s.) Dıhye’nin îmân edeceğini Resûlullaha (s.a.v.) haber vermişti. İmânla şereflenmek için huzur-u se’âdetlerine girince Resûlullah (s.a.v.) üzerindeki hırkasını Dıhye’nin oturması için yere serdi. Dıhye-i Kelbî, Resûlullaha (s.a.v.) hürmeten Hırka-i Seâdeti kaldırıp, yüzüne gözüne sürdükten sonra başının üzerine koydu. Resûlullahın (s.a.v.) duaları bereketiyle kalbinde îmân nuru doğmuş ve öylece Resûlullaha (s.a.v.) gelmişti.
Cebrâil (a.s.) çok defa Resûlullahın (s.a.v.) huzuruna O’nun suretinde gelirdi. Resûlullah (s.a.v.) Benî Ümeyye’den üç kimseyi üç kimseye benzetti ve buyurdu: “Dıhyet-ül-Kelbî, Cebrâil’e (a.s.); Urve bin Mes’ûd-es-Sekâfî İsâ’ya (a.s.) Abdül-üzzi ise Deccâl’a benzer.” Yine bir gün Cebrâil (a.s.) Hz. Dıhye suretinde Resûlullaha (s.a.v.) geldi. Bu sırada Resûlullah (s.a.v.) Mescid-i Nebî’de bulunuyordu. Daha çocuk yaşta olan Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin de mescidde oynuyorlardı. Dıhye’yi (r.a.) görünce hemen ona doğru koştular. Cebrâil’i (a.s.) Dıhye zannedip yanına vardılar ve ceplerine ellerini sokup, bir şeyler aramaya başladılar. Resûlullah efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki; “Ey kardeşim Cebrâil? Sen benim bu torunlarımı edebsiz zannetme. Onlar seni Dıhye sandılar. Dıhye ne zaman gelse hediyye getirirdi. Bunlar da hediyelerini nurlardı. Bunları öyle alıştırdı.” Cebrâil (a.s.) bunu işitince üzüldü. “Dıhye bunların yanına hediyesiz gelmiyor da, ben nasıl gelirim” dedi. Elini bir uzattı Cennetten bir salkım üzüm kopardı Hz. Hasan’a verdi. Bir daha uzattı, bir nar kopardı Hz. Hüseyin’e verdi. Hasan ve Hüseyin (r.a.) hediyelerini alınca Dıhye zannettikleri Cebrâil’in (a.s.) yanından uzaklaştılar ve Mescid-i Nebevî’de oynamaya devam ettiler. Bu sırada mescidin kapısını, ak sakallı, elinde baston, toz toprak içerisinde beli bükülmüş ihtiyar bir kimse geldi. “Yavrularım günlerdir” açım, Allah rızası için yiyecek bir şey verin” dedi. Hz. Hasan ile Hüseyin, biri üzümü diğeri de narı yiyecekleri sırada bu ihtiyarı böyle görünce, hemen yemekten vazgeçip ihtiyara vermek için mescidin kapısına doğru yürüdüler. Tam verecekleri sırada Cebrâil (a.s.) gördü: “Durun, vermeyin o mel’ûna! O şeytandır. Cennet ni’metleri ona harâmdır” buyurarak şeytanı kovdu.
Hicretin beşinci senesi Resûlullah (s.a.v.), Benî Kureyza’ya kavuşmadan önce Medine’nin yakınında bir mevki olan Savreyn’de Eshâb-ı kirâmdan bir cemâate rastladı ve şöyle dedi: “Size kimse rastlamadı mı?” dediler ki: “Yâ Resûlallah bize, Dıhye bin Hâlife el-Kelbî rastladı. Eğerli beyaz bir katır üzerine binmişti O katırın üzerinde atlastan bir kadife vardı. Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Bu Cibrîl’dir. Benî Kureyza’ya gönderildi. Onların kalelerini sarssın ve kalblerine korku atsın diye...”
Dıhye-i Kelbî Rumca’yı iyi bilirdi. Resûlullah (s.a.v.) onu Bizans’a Sefir olarak gönderdi. Bu hicretin yedinci yılı (m. 629) Muharrem ayında oldu. (Hicretin altıncı yılı Zilhicce ayında olduğu da rivâyet edilmiştir). Resûlullah (s.a.v.) Bizans Kayseri Herakliüs’u İslâm’a davet için bir mektûb yazdırdı. Bu mektubu yazdırdığı zaman Eshâb-ı kirâmdan bazıları, “Yâ Resûlallah! Rum taifesi mührü olmayan bir mektubu okumazlar” dediler. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.) emretti. Gümüşten bir mühür kazdırıldı. Mührün üzerine üç satır yazı yazılı idi. Birinci satır Muhammed, ikincisi Resûl, üçüncü satır da Allah idi. Mektubu bu mühürle mühürledi ve Dıhye’ye (r.a.) verdi. Mektubu Bizans Kayserine sunması için Busrâ emirine vermesini emretti. Dıhye (r.a.), Peygamberimizin (s.a.v.) mektubunu Kaysere sunması için Busrâ’daki Gassan emiri Hâris’e başvurdu. Hâris, Dıhye’yi (r.a.) Heraklius’a götürmesi için Adiy bin Hâtem’i vazifelendirdi. Adiy bin Hâtem de Dıhye’yi (r.a.) alıp, Kudüs’e götürdü. Bu sırada Heraklius da Kudüs’te bulunuyordu. Heraklius, eğer İranlılar üzerine galip olurlarsa Humus’dan Kudüs’e kadar yaya yürüyeceğini adamıştı. Heraklius, İran ordularını yenince adağını yerine getirmek için; Humus’dan yaya olarak yola çıkmış, yoluna halılar serilmiş, kokular serpilmiş ve bu hâl ile Kudüs’e ulaşmış, adağını yerine getirmişti.
Dıhye (r.a.), Heraklius’dan sonra Kudüs’e vardı ve Herakliüs ile görüşmek için temaslarda bulundu. İmparatorun adamları kendisine “Kayser’in huzuruna çıktığın zaman başını eğip yürüyeceksin ve yaklaşınca da yere kapanıp secde edeceksin. Secdeden kalkmana izin vermedikçe de asla başını yerden kaldırmayacaksın.” dediler. Bu sözler, Dıhye’ye (r.a.) ağır geldi ve onlara şunları söyledi: “Biz müslümanlar! Allahü teâlâdan başka hiçbir kimseye secde etmeyiz. Hem insanın insana secde etmesi insanın yaratılışına terstir.” buyurdu. Bunun üzerine Kayser’in adamları, “O halde Kayser, getirdiğin, mektubu hiçbir zaman kabul etmez ve seni huzurundan kovar” dediler. Dıhye (r.a.), “Bizim Peygamberimiz Muhammed (s.a.v.) başkasının kendisine değil secde etmesine; önünde hafif eğilmesine bile müsâde etmez. Kendisiyle görüşmek isteyen, köle bile olsa; ona ilgi gösterir. Huzuruna alır, derdini dinler, sıkıntısını giderir, gönlünü alır. Bunun için Ona tâbi olanların hepsi hürdür, şereflidir” buyurdu. Bu sözleri dinleyenlerden biri “Madem ki, Kayser’e secde etmeyeceksin, o halde üzerine aldığın vazifeyi yerine getirebilmen için sana başka bir yol göstereyim. Kayser’in sarayının önünde dinlendiği bir yer var. Her gün öğleden sonra bu avluya çıkar oraları dolaşır. Orada bir minber vardır. Onun üzerinde herhangi bir şikâyet veya yazı varsa önce onu alır okur, sonra istirahat eder. Sen de şimdi git hemen mektubu o minbere koy ve dışarda bekle. Mektubu görünce seni çağırtır. O zaman vazifeni yerine getirirsin” dedi. Bunun üzerine Dıhye (r.a.) mektubu söylenilen yere bıraktı. Heraklius mektubu aldı; Arapça bilen bir de tercüman çağırttı. Tercüman Resûlullahın (s.a.v.) mektubunu okumaya başladı. “Bismillâhirrahmânirrahîm (Rahman ve Rahim olan, Allahü teâlânın ismi ile başlarım). Allah’ın Resûlü Muhammed’den, Rumların büyüğü Herakl’e” diye başlandığını görünce Herakliüs’ün kardeşinin oğlu Yennak, çok kızdı ve tercümanın göğsüne şiddetli bir yumruk vurdu ve adamı yere oturttu. Bu sırada Resûlullahın (s.a.v.) mektubu da tercümanın elinden düştü. Heraklius ona ne yaptığını sorduğu zaman, “Mektubu görmüyor musun. Mektuba hem senin isminden önce kendi ismi ile başlamış, hem de senin hükümdar olduğunu söylemeyip (Rumların büyüğü Herakl’e) demiş. Niçin (Rumların hükümdarı) diye yazmamış ve senin isminle başlamamış? Onun mektubu bugün okunmaz.” dedi. Bunun üzerine Herakliüs “Vallahi sen yâ çok akılsızsın veya koca bir delisin. Ben senin böyle olduğunu bilmiyordum. Ben daha mektubun içinde ne olduğuna bakmadan yırtıp atmak mı istiyorsun? Hayatıma yemin ederim ki: Eğer O söylediği gibi Resûlullah ise, mektubuna benim ismimden önce kendi ismini yazmakta ve beni Rumların büyüğü diye anmakta haklıdır. Ben ancak onların sahibiyim. Hükümdarları değilim.” dedi ve Yennak’ı dışarı çıkarttı. Hıristiyan âlimi ve Hıristiyanların reisi ve kendisinin, müşaviri olan Üsküf’ü çağırttı ve mektub okundu. Mektubun devamı şöyleydi: “Allahü teâlânın hidâyetine tâbi’ olana selâm olsun. Bundan sonra; Ben seni İslâm’a davet ederim. Müslüman ol ki, selâmet bulasın. Allahü teâlâ sana iki kat ecir versin. Eğer yüz çevirirsen bütün Hıristiyanların vebali senin üzerinedir. Ey ehl-i kitab sizin ve bizim aramızda bir olan söze gelin; Allahü teâlâdan başkasına ibadet etmeyelim ve O’na hiç bir şeyi ortak koşmayalım. Allahü teâlâyı bırakıp bazılarımız bazılarını Rab edinmesinler. Eğer bu sözden yüz çevirirlerse: (Şahid olunuz. Biz müslümanız), deyiniz.” Resûlullahın (s.a.v.) mektubu okunurken Heraklius’un alnından ter taneleri dökülüyordu. Mektub bitince “Hz. Süleyman’dan sonra ben böyle (Bismillâhirrahmânirrahîm) diye başlıyan bir mektub görmemiştim” dedi. Heraklius, Üsküf’e bu meseledeki fikrini sorunca “Vallahi O, Musa ve İsâ (a.s.)’ın bize geleceğini müjdelediği Peygamberdir. Zâten biz O’nun gelmesini bekliyorduk” dedi. Heraklius, “Sen bu hususta ne yapmamı tavsiye edersin, neyi uygun görürsün?” diye sordu. Üsküf, “O’na tâbi’ olmanı uygun görürüm.” dedi. Heraklius “Ben senin dediğin şeyi çok iyi biliyorum. Fakat O’na tabi’ olup, müslüman olmağa gücüm yetmez. Çünkü hem hükümdarlığım gider hem de beni öldürürler.” dedi. Bunun üzerine Dıhye’yi (r.a.) ve Adiy bin Hâtem’i çağırttı. Adiy: “Ey hükümdar, davar ve develer sahibi Araplardan olan şu yanımdaki zât, memleketinde vuku’ bulan şaşılacak bir hâdiseden bahsediyor” dedi. Heraklius tercümana “Memleketlerindeki hâdise ne imiş sor bakalım” dedi. Dıhye (r.a.) “Aramızda bir zât zuhur etti. Peygamber olduğunu beyân etti. Halkın bir kısmı Ona tabi olmaktadır. Bir kısmı da karşı koymaktadır. Aralarında çarpışmalar vuku’ bulmuştur.” dedi. Bundan sonra Heraklius, Hz. Peygamber (s.a.v.)hakkında araştırmaya başladı. Şam valisine emir verip Hz. Peygamberin (s.a.v.) soyundan bir kişiyi muhakkak bulmalarını emretti. Bu arada kendisinin dostu olan ve İbrânîce bilen Roma’daki bir âlime de mektûb yazıp bu meseleyi sordu. Roma’daki dostundan bahsettiği zâtın âhir zaman peygamberi olduğunu bildiren bir mektub geldi. Bu arada Şam Valisi, ticâret için Şam’a giden bir Kureyş kervanını buldu. Bunların içinde Ebû Süfyân da vardı. Ebû Süfyân diyor ki: “Biz Gazze’de bulunduğumuz sırada Heraklius’un Şam Valisi üzerimize saldırır gibi geldi ve “Siz şu Hicaz’daki zâtın kavminden misiniz?” diye sordu. “Evet” dedik. “Haydi bizimle beraber İmparatorun yanına gideceksiniz,” dedi. Ebû Süfyân’la yanındakileri Şam’a götürdü. Şam Valisi Ebû Süfyân’ı ve yanındakileri Heraklius’un yanına çıkardı. Bu sırada Heraklius Kudüs’te bir kilisede idi. Vezirleriyle beraber oturmuş ve başına tacını giymişti. Heraklius Ebû Süfyân ve yanındaki otuz kadar Mekke’liyi burada kabul etti.
Tercüman çağırdı ve “İçinizde peygamber olduğunu söyleyen zâta, soyca en yakın olanınız hanginiz?” diye sordu. Ebû Süfyân “Ona soyca en yakın olan benim” dedi. Heraklius “Akrabalık dereceniz nedir?” diye sordu. Ebû Süfyân “O benim amcamın oğludur.” dedi. Heraklius Ebû Süfyân’ın kendisine yakın getirilmesini istedi ve diğerlerinin de Ebû Süfyân’ın arkasında durmasını söyledi. Ebû Süfyân ilk önceleri yalan söyledi ise de hükümdarın tehdidi ile korktu ve sonradan yalan söyleyemedi Herakliüs; “Peygamber olduğunu söyleyen zâtın, aranızdaki soyu nasıldır?” diye sordu. Ebû Süfyân “O zamanın en iyi soylusudur. Soy bakımından en seçkinimizdir” dedi. Kayser tekrar “İçinizde ondan önce peygamberlik iddiasında bulunan kimse oldu mu?” Ebû Süfyân; “Yoktu” dedi. Kayser, “O’nun ataları içinde hiç bir hükümdar gelmiş midir?” Ebû, Süfyân; “Hayır” dedi. Kayser “O’na halkının eşrâfı mı, yoksa fakir ve zaifleri mi tabi’ oluyorlar?” Ebû Süfyân; “Hayır, O’na tabi olanlar fakirler ve zâiflerdir. Gençler ve kadınlardır. Kavminin yaşlılarından ve eşrafından tabi olan pek yoktur” dedi. Kayser “O’na tabi olanlar artıyor mu yoksa azalıyor mu?” Ebû Süfyân; “Evet artıyorlar.” Kayser, “O’nun dinine girdikten sonra beğenmiyerek veya kızarak dininden dönen, kimse var mı?” Ebû Süfyân; “Yoktur” Kayser, “Peygamber olduğunu söylemeden, O’nu hiç yalanla suçladığınız oldu mu?” Ebû Süfyân; “Hayır” dedi. Kayser, “O peygamberin hiç ahdini bozduğu sözünde durmadığı oldu mu?” Ebû Süfyân; “Hayır olmadı. Ancak biz şimdi onunla bir müddet için çarpışmayı bırakarak anlaşma yapmış bulunuyoruz. Bu müddet içinde kendisinin ne yapacağını bilemiyoruz” dedi. Kayser, “Sizin O’nunla, O’nun sizinle yaptığınız harbler nasıl neticelendi?” Ebû Süfyân; “Yenme aramızda sıra ile oldu. Bir kerre O bizi bir kerre de biz O’nu yendik.” dedi. Kayser, “O size neyi emrediyor?” diye sorunca Ebû Süfyân; “Yalnız bir Allah’a ibâdet etmeyi, O’na hiç bir şeyi ortak koşmamayı emr ediyor, atalarımızın taptığı şeylere (putlara) tapmaktan bizi men ediyor.
Namaz kılmayı, doğru olmayı, fakirlere yardım etmeyi harâmlardan sakınmayı, ahde vefâyı, emanete hıyanet etmemeyi, akrabayı ziyâret etmeyi emr ediyor.” dedi. Kilisede bu konuşmalar olmuş Resûlullahın (s.a.v.) mübârek mektubu okunmuştu. Rumlar arasında gürültüler çoğaldı. Kayser Ebû Süfyân ve yanındaki Kureyşlilerin dışarı çıkarılmasını emretti. Daha müslüman olmayan Ebû Süfyân burada yeminle Peygamberimizin davasının başarıyla sonuçlanacağına inandığını söylemiştir. Dıhye (r.a.) o mübârek güzel yüzü ile Heraklius’un karşısına geçip tatlı sesi ile: “Ey Kayser! Beni sana Humus’dan bir kimse (Haris) gönderdi ki: O, senden hayırlıdır. Allahü teâlâya yemin ederim ki; beni, ona gönderen zât (Resûlullah) ise, hem ondan hem senden daha hayırlıdır. Sen benim sözlerimi alçak gönüllülükle dinleyip verilen nasihatleri kabul et. Çünkü sen alçak gönüllülük edersen nasihatları anlarsın. Nasihatları kabul etmezsen insaflı olamazsın.” Dedi. Herakliüs, “Devam et” dedi. Dıhye (r.a.) öyle ise ben, seni Mesih’in kendisine namaz kılmış olduğu Allah’a davet ediyorum. Ben seni Mesih’in daha annesinin karnında iken gökleri ve yeri yaratan ve onlara hakim olan Allah’a davet ediyorum. (Dıhye (r.a.) bu sözüyle Hıristiyanlara göre üç Allah’dan hâşâ ikincisi diye söyledikleri ve inandıkları Hz. İsâ’nın (a.s.) bir ilâh olmadığını ve O dünyâya gelmeden âlemleri yaratan, bir olan Allahü teâlâya imâna davet ediyordu.) Ben, seni önceden Musa’nın (a.s.), Ondan sonra İsâ’nın (a.s.) geleceğini müjdeleyip haber verdiği şu Ümmî Peygambere imâna davet ediyorum. Eğer bu hususta sen bir şey biliyorsan ve eğer kendin için dünyâ ve âhiret se’âdetini kazanmak istiyorsan onları gözünün önüne getir. Yoksa âhiret se’âdetin elinden gider. Dünyada küfür ve şirk içinde kalırsın. Şunu da iyi bil ki, senin Rabbin olan Allah cebbarları helâk edici ve rahmetleri değiştiricidir” dedi. Herakliüs, Peygamberimizin mektubunu okuyunca öpüp gözlerine sürdü ve başına koydu. Sonra da “Ben, ne elime geçen bir yazıyı okumadan, ne de yanıma gelen bir âlimden bilmediklerimi sorup öğrenmeden bırakmam. Böylece hayır ve iyilik görürüm. Sen bana Mesih’in kendisine namaz kıldığı zâtı düşünüp buluncaya kadar mühlet ver” dedi. Herakliüs daha sonra Dıhye’yi (r.a.) yanına çağırıp baş başa konuştu. Kalbinde olanı izhâr etti. Dedi ki: “Ben biliyorum ki, seni gönderen zât, kitaplarda geleceği müjdelenen ve gelmesi beklenen âhir zaman peygamberidir. Yalnız ben O’na (s.a.v.) uyarsam; Rumların beni öldürmesinden korkuyorum. Seni, onların içinde en büyük alimleri ve benden daha ziyâde itibâr gösterdikleri bir kimse vardır. Safâtır derler, ona göndereyim. Bütün Hıristiyanlar ona tâbi’dir. Eğer o îmân ederse, bütün hepsi ona uyup îmân ederler. Ben de o zaman kalbimde olanı ve itikadımı açığa vururum.” Bundan sonra Herakliüs bir mektûb yazıp, Dıhye’ye (r.a.) verip Safâtır’a gönderdi. Safâtır, Peygamberimizin (s.a.v.) vasıflarını işitince Hz. Musa’nın ve Hz. İsâ’nın geleceğini haber verdikleri âhir zaman peygamberi olduğunda hiç şüphesi olmadığını söyledi ve îmân etti. Evine gitti, kapandı ve her pazar yaptığı vaazlara üç hafta çıkmadı. Hıristiyanlar Safâtır’a ne oluyor ki o Arabla görüştüğünden beri dışarı çıkmıyor, onu istiyoruz” diye bağırdılar. Safâtır üzerindeki siyah papaz elbisesini çıkardı. Beyaz elbise giydi ve eline asasını alıp kiliseye geldi. O beldedeki Hıristiyanları topladı. Ayağa kalkıp: “Ey Nasârâ, biliniz ki, bize Ahmed’den (a.s.) mektûb geldi. Bizi hak dine davet etmiş. Ben açıkça biliyor ve inanıyorum ki; “O Allahü teâlânın hak resûlüdür” dedi. Hıristiyanlar bunu işitince hepsi Safatir’ın üzerine hücum ettiler ve onu döverek şehîd ettiler. Dıhye (r.a.) gelip, durumu Herakliüs’e haber verdi. Herakliüs “Ben sana söylemedim mi? Safâtır, Nasârâ katında benden daha sevgili ve azizdir. Eğer duysalar beni de onun gibi katl ederler” dedi. Buhârî’nin Sahîh’inde zikr ettiği ve Zührî’nin rivâyet ettiği haber ise şöyledir “Herakliüs Humos’daki köşkünde Rumların büyüklerini çağırıp kapıların kapatılmasını emretti. Sonra yüksek bir yere çıktı ve “Ey Rum cemâati sizler se’âdete, huzura kavuşmayı ve hâkimiyetinizin temelli kalmasını, Hz. İsâ’nın söylediğine uymayı ister misiniz?” dedi. Rumlar, “Ey bizim hükümdarımız, bunları elde etmek için ne yapalım” diye sordular. Herakliüs; “Ey Rum cemâati, ben sizleri hayırlı bir iş için topladım: Bana Muhammed’in (s.a.v.) mektubu geldi. Beni dine davet ediyor. Vallahi O, gelmesini bekleyip durduğumuz, kitaplarımızda kendisini yazık bulduğumuz ve alâmetlerini bildiğimiz peygamberdir. Geliniz O’na tâbi olalım da dünyâda ve âhirette selâmet bulalım” dedi. Bunun üzerine herkes kötü sözler söyleyip homurdanarak dışarı kaçmak için kapılara koştular. Fakat kapılar kapalı olduğu için bir yere gidemediler. Herakliüs Rumların bu hareketlerini görüp, İslâmiyetten böyle kaçındıklarını anlayınca, öldürülmesinden korktu ve “Ey Rum cemâati benim biraz önce söylediğim sözler, sizlerin, dininize olan bağlılığınızı ölçmek içindi. Dininize bağlılığınız ve beni sevindiren davranışınızı gözlerimle gördüm” dedi. Bunun üzerine Rumlar Herakliüs’e secde ettiler, köşkün kapıları açıldı çıkıp gittiler. Herakliüs, Dıhye’yi (r.a.) çağırdı olanları anlattı. Bahşişler, hediyeler ve elbiseler verdi. Peygamberimize (s.a.v.) bir mektûb yazdı. Mektubunu, hazırlattığı hediyeleri Dıhye (r.a.) ile Peygamberimize (s.a.v.) gönderdi. Herakliüs müslüman olmak istemiş, fakat makam ve ölüm korkusundan îmân etmemişdi. Peygamberimize (s.a.v.) yazdığı mektûbta şöyle diyordu: “Hz. İsâ’nın müjdelediği Allah’ın Resûlü Muhammed’e (s.a.v.), Rum hükümdarı Kayser’den: “Elçin mektubunla birlikte bana geldi. Ben şehâdet ederim ki sen Allah’ın hak resûlüsün. Zaten biz seni İncil’de yazılı bulduk ve Hz. İsâ seni bize müjdelemiş idi. Rumları sana îmân etmeğe davet ettim. Fakat îmân etmeğe yanaşmadılar. Onlar beni dinleselerdi muhakkak ki, bu onlar için hayırlı olurdu. Ben senin yanında bulunup sana hizmet etmeyi ve ayaklarını yıkamayı çok arzu ediyorum.” Dıhye (r.a.) Herakliüs’den, ayrılıp Hismâ’ya geldi. Yolda Cüzzâm vadilerinden Şenar vadisinde Huneyd bin Us oğlu ve adamları Dıhye’yi (r.a.) soydular. Eski elbiselerinden başka herşeyini aldılar. Bu mevkide Dübeyb bin Rifâe bin Zeyd ve Kavmi, İslâmiyeti kabul etmişlerdi. Dıhye (r.a.) bunlara geldi. Bunlar Huneyd bin. Us ve kabilesinin üzerine yürüyüp Dıhye’den (r.a.) aldıkları şeylerin hepsini kurtardılar. Daha sonra Resûlullah (s.a.v.) Zeyd bin Hâris’i Hüneyd bin Us ve adamlarının üzerine gönderdi. Bu mesele böylece kapandı. O beldede olanların hepsi îmân etti. Dıhye (r.a.) Medine’ye gelince evine uğramadan hemen doğruca Resûlullahın (s.a.v.) kapısına gitti. Kapıyı çaldı. Peygamberimiz, “Kim o?” diye sordu. Dıhye “Dıhyet-ül-Kelbî” dedi. Peygamberimiz (s.a.v.) “İçeri gir” buyurdu. Dıhye (r.a.) içeri girdi ve bütün olardan anlattı. Peygamberimiz Herakliüs’ün mektubunu okudu. “Onun için bir müddet daha (saltanatta) kalmak vardır. Mektubum yanlarında bulundukça, onların saltanatı devam edecektir.” buyurdu. Herakliüs daha sonra da Peygamberimize îmân ettiğini bildiren mektûb yazmış ise de, Resûlullah (s.a.v.) “Yalan söylüyor. Nasrânî dininden dönmemiştir”, buyurdu. Herakliüs Peygamberimizin (s.a.v.) mektubunu ipekten bir atlasa sarıp, altın yuvarlak bir kutunun içerisinde muhafaza etti. Herakliüs ailesi bu mektubu saklamışlar ve bunu da herkesten gizli tutmuşlardır. Bu mektub ellerinde bulunduğu sürece saltanatlarının devam edeceğini söyler ve buna inanırlardı. Hakikaten de öyle olmuştur.
Dıhye (r.a.) Medine’de dahi sokakta gezerken, Resûlullah’ın (s.a.v.) emriyle yüzünü örterdi. Yoksa kolay kolay kimse gözünü ondan ayırmazdı. Eshâb-ı kirâm (aleyhimürrıdvan) Dıhye’yi (r.a.) gördükleri zaman Dıhye mi yoksa Cebrâil mi olduğunu anlayamazlardı.
Resûlullahm (s.a.v.) Bedir gazâsı dışındaki, bütün gazvelerine iştirak eden Dıhye (r.a.); Hz. Ebû Bekir’in hilâfeti zamanında Suriye seferine katıldı. Hz. Ömer zamanında Yermük savaşında bulundu. Şam seferlerine katıldı. Şam’ın fethinden sonra oraya yerleşti ve Muzze’de oturdu. Hz. Muâviye zamanında Şam’da 50 (m. 672)’de vefât etti.

KAYNAKLAR
1) Sahîh-i Buhârî cild-1, sh-56, 7, cild-4, sh-3, 4
2) Sahîh-i Müslim, cild-3, sh-1394
3) Mevâhib-i Ledünniyye, cild-1, sh-238
4) Ümdet-ül-Kâri, cild-1, sh-93
5) El-A’lâm, cild-2, sh-337
6) Üsûd-ül-gâbe, cild-1, sh-23
7) Ensâb-ül-eşrâf, cild-1, sh-351
8) Târîh-ül-Hamîs, cild-2, sh-32
9) Vefa-ül-vefâ, cild-1, sh-315
10) Sîret-i İbn-i Hişâm, cild-3, sh-195, 501, 502, 504, 55, cild-4, sh-260
11) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye, sh-329, 966
12) Tabakât-ı İbn-i Sa’d, cild-4, sh-249 “
13) El-A’lâm, cild-2, sh-573
14) El-İsâbe, cild-1, sh-473
15) El-İstiâb cild-1, sh-472
16) Mevâhib-i Ledünniyye, cild-1, sh-238
17) Tehzîb-üt-tehzîb, cild-3, sh-206
18) Kâmûs-ul A’lâm 3/2122
19) Müsned Ahmed bin Hanbel cild-1, sh-262



ecdadımızı anmak sahabeyi anmak benim için bir şereftir senin özlemin gün gün artıyor canım peygamberim

18 Aralık 2015 Cuma

SEN DOĞDUN YA RESULULLAH
“Ve ma erselnake illa rahmeten lil alemin”
Seni anlayabilmek, Seni anlatabilmek, Seni yaşayabilmek, Seni canından çok sevebilmek, Anam babam Sana feda olsun diyebilmek, Canımı yoluna serebilmek, Getirdiklerini benimsemek, Ayaklarının altına aldıklarını terk edebilmek, Seni yazabilmek, Yürekler güç yetirdiğince, Kalemler yazabildiğince, Denizler mürekkep olup yettiğince, Senden kat reler yazabilmek, Yoksa Seni yazabilmek MÜMKÜN MÜ? Mümkün değil YA RESULULLAH !..

Sen doğmadan kararmıştı dünya ! Huzur şahdamarından kesilmiş,Mutluluk kayıp adreslere gizlenmiş,İnsanlar, insanlıktan vazgeçmişti... Emniyet denen olay yok olmuştu. Güven ve itimat öldürülmüştü. Asayiş keenlemyekün... Kızlar diri diri toprağa gömülüyor. Analıklar miras diye alınıyor.İnsanlar putlara tapıyor. Kendi yaptıkları taştan putlara tapıyorlar... Güçlü zayıfı eziyor, Hak, hak sahibine değil, Güçlü olana veriliyor...İnsanlar, İnsanlar vahşete birbirleriyle yarışıyor !


Fil yılıydı,Rebiyülevvel ayının on ikinci günü, Pazartesi sabahı,Miladi 571... Dünya siyahlarını yırtıp atıyor, Dağ taş bayram ediyor, Kuşlar bir başka kanat çırpıyor, Arş-u alada melekler Salat ve Selam getiriyor... Kisra’ nın 14 sütunu yıkılıyor ! Mecusilerin sönmez denilen ateşi sönüyor ! Sava gölü kuruyor ! Mazlumların yüreğinde isimsiz bir sevinç ! Zalimlerin gönlü sıkışık...İblis ve aveneleri tarumar ! Çünkü Sen doğuyorsun YA RESULULLAH ! Nur yağıyor nurlu Mekke’ nin üstüne ! Sama vat-u arz Salat ve Selam’ la coşuyor ! Sen olmazsaydın dünya hiç yaratılır mıydı ?..Baban vefat etmişti, Yetim olarak doğdun, Adın önceden söylenmişti, Zira Sen Tevrat’ta “Ahyed”,İncil’ de “Ahmed”,Kur’an’da “M..........’din” ...Abdulmuttalib, Seni himayesine alıyor, Mekke kurak, Mekke’ de çocuklara iyi bakılamıyor, Civar yerlerden süt anneler gelecek, Abdulmuttalib, Sana süt anne bulacak... Beni Sa’d yurdundan süt anneler gelmiş,Beni Sa’d yurdu da kurumuşSüt anneler zengin çocuklar arıyor, Sen’ se yetimsin, Yetim olduğunu duyan Sen’ den yüz çeviriyor, Oysa bir bilseler ! Bir bilseler Seni almak ne büyük bir şeref, Seni barındırmak ne büyük onur...

Seni barındırmak ne büyük onur...
Beni Sa’d b.Bekir Kabilesinden, Halime binti Ebi Züeyb Seni alıyor, Sana süt annelik yapacak, Halime korkuyor, Beni Sa’d yurdu kıtlık kıran, Beni Sa’d yurdu perişan, Korkma ya Halime ! Korkma ya Halime ! Ya Resulullah, beni Sa’d yurduna geliyorsun, Beni Sa’d Seni Selamlıyor Ben Sa’d yeşilleniyor, Koyunların karnı doyuyor, Koyunların memeleri süt doluyor, Halime’ nin evi bereketleniyor ! Beni Sa’d bereketleniyor ! Dünya bereketleniyor !..
[Resim: Hz.%20Muhammed%20%28%20s.a.v.%20%29.jpg]
Hazreti Cebrail (a.s.) Beni Sa’d’ a geliyor,Ya Resulullah, Sen çocuklarla oynuyorsun Cebrail (a.s.) Seni çocukların içinden alıyor, Usulca, İncitmeden yere uzatıyor,Ya Resulullah, Sende ses yok, Bedenin Cebrail’ e teslim, Cebrail göğsünü yarıyor, Kalbini dışarı çıkarıyor,Şeytanın, Sen de olan nasibini alıyor, Kalbini altın bir tasa koyup, Zemzem suyuyla yıkıyor, Ve kalbini yerine koyuyor... Çocuklar Halime2 ye koşmuş,Halime bin bir telaşla Sana koşuyor, Çocuklarından ayırmadığı, çocuk güzeline, Yaratılmışların en özeline koşuyor, Kucağına alıyor, Sarılıyor, Öpüyor, Kokluyor...


Ya Resulullah 5 yaşındasın artık, Süt annelik süresi doldu. Beni Sa’d’ dan ayrılma vakti, Halime üzgün, Süt kardeşin Şeyma üzgün, Beni Sa’d üzgün Sen istenmeye istenmeye, Abdulmuttalib’ e teslim ediliyorsun. Annene teslim ediliyorsun. Annen Sana doymadan, Sen annene doymadan, Anneni kaybediyorsun... Oysa henüz 6 yaşındasın, Oysa henüz mini minnacıksın, Oysa henüz küçücüksün, Ama kadere rıza gösterecek kadar büyüksün...İnna Lillahi ve inna ileyhi raciun...
Sen, artık Abdulmuttalib’ in yanındasın, Abdulmuttalib’ in himayesinde, kollarındasın... Abdulmuttalib, Senin üstüne titriyor, Yemiyor, yediriyor... Giymiyor, giydiriyor... Abdulmuttalib Seninle çocuk oluyor, Seninle gülüyor... Sen, Abdulmuttalib’ in en çok sevdiği, Üstüne titrediği oğlu Abdullah’ ın oğlusun... Ama Abdulmuttalib yaşlı,Ölüm meleğinin geldiğini hissediyor, Çağırıyor oğullarını,Bu yavruya kim bakacak diyor ?Ya Resulullah kimi kucaklayacak ? Ya Resulullah, Ebu Talib’ i kucaklıyorsun... Yeni adresin Ebu Talib’ in evi. Artık Ebu Talib’ in evi rahmetle dolacak, Rahmetle taşacak... Ebu Talib ana gözü gibi bakıyor. Ebu Talib Seni kendi çocuklarından çok seviyor, Ebu Talib Seninle gülüyor, Eğleniyor... Gittiği yerlere Seni de götürüyor, Yediğinden Sana da yediriyor... Bir saniye olsun Sensiz duramıyor, Geceleri yatağına bakıyor,Şefkatle Seni izliyor, Sevgiyle Seni gözlüyor, Sen de, Ebu Talib’ i çok seviyorsun, Sayıyorsun, Amcandan ayrılmıyorsun, Amcana yardım ediyorsun, Evin geçimine katkıda bulunuyorsun... Ya Resulullah, Sen hiç kimseyi üzmüyorsun, Sen hiç kimseyi inciltmiyorsun, Sen hiç kimseyi aldatmıyorsun... Sen; insanları, hayvanları, dağları, taşları, çölleri... Sen; tüm yaratılanları seviyorsun.YA RESULULLAH SENİ ANLAYANLAR DA SENİ ÇOK SEVİYORLAR
Peygamberimizin Babası Hazreti Abdullah
Abdullah, Ab­dül­mut­ta­lib’in erkek çocuklarından sekizincisi idi.[1]Sîret ve su­rette diğer kardeşlerinden çok farklıydı.
Dünyaya gelir gelmez babasının alnında parlayan Nur-u Mu­hammedî, onun alnına geçmişti. Bu nur, yüzüne harika bir güzellik ve müstesna bir tatlı­lık bahşetmişti. Ama hiç kimse, bu güzellik ve tatlılığın nereden ve niçin geldi­ğinin farkında değildi.

Ab­dül­mut­ta­lib’in, Oğullarıyla Konuşması

Artık oğullarının onu da büyümüştü.
Vaadini unutmayan Ab­dül­mut­ta­lib, onları bir gün bir araya topladı ve işin hikâyesini anlatarak, içlerinden birini kurban etmesi gerektiğini bildirdi. Hepsi de tereddütsüz râzı oldular. Sonra da babalarına sordular: “Peki nasıl yapalım bunu? Kimin kurban edileceğini nasıl tespit edelim?”
Ab­dül­mut­ta­lib, böyle bir durumda ne yapılması gerektiğini bi­liyordu. Şöyle dedi:
“Her biriniz birer ok alın, üzerine kendi isminizi yazın ve ok­ları bana ve­rin!”
İtaatkâr çocuklar, babalarının emrini derhal yerine getirdiler. Her biri ok­danlığından bir ok çekti; üzerine kendi ismini yaz­dıktan sonra, babasına uzattı.
Okları toplayan Ab­dül­mut­ta­lib, doğruca Kâbe’ye vardı. Meselenin nasıl halledileceği anlaşılmıştı artık: Hübel putunun yanında ok çekilecek, kimin oku çıkarsa o kurban edilecekti.
Böyle durumlarda, Ku­reyş, bu usûle başvururdu.

Kur’a Çekilişi

Kâbe’nin yanına varan Ab­dül­mut­ta­lib’in etrafını şehir halkı sarmıştı. Elin­deki on oku, Allah’a verdiği sözünden caymış sayılmaması için, tereddütsüz, ok çekme memuruna uzattı. On okun üzerinde on ciğerpâresinin ismi vardı. Hangi ok çıkarsa çıksın, ciğerinden bir parça kopacaktı.
Memur, oklardan birini çekti. Üzerindeki ismi titrek bir sesle okudu: “Ab­dullah!”
Şefkatli baba, duyduğuna inanmak istemedi; oku memurun elinden çekip aldı, dikkatlice baktı ve okudu: “Abdullah...”
Göz pınarları bir anda yaşlarla doldu. Boğazında hıçkırıklar düğümlendi. Şefkati ve hisleri öylesine kabardı ve coştu ki bir an “Ola­maz!” diyerek haykı­racak gibi oldu. Son anda Allah’a verdiği sözü hatırlayarak, çelik gibi irade­siyle şefkat ve hislerine gem vurdu. Yıkılmış bir halde, yüzünü Kâbe’den evine doğru çevirdi ve ümitsiz ümitsiz yürüdü.
Evinde herkes onu bekliyordu. Hiçbirinin kur’a sonucundan haberi yoktu. Eve giren Ab­dül­mut­ta­lib’in gözleri bir anda, pırıl pırıl parlayan oğlu Abdul­lah’ın yüzüne dikildi. Şefkat ve merhametinin tekrar kabarıp his dünyasının içine girdiğini görünce, yüzünü başka tarafa çevirdi. Teslimiyet içinde bakan oğullarını daha fazla merakta bırakmak istemedi ve şöyle konuştu:
“Abdullah! Allah, kendisine kurban edilmek üzere seni seçti. Bu şerefi kar­deşlerin arasında sana ihsan etti!”
Ab­dül­mut­ta­lib ailesini ve evini alev alev yakan bu haber, bir anda Mekke sokaklarını da hüzün ve kedere boğdu. Herkes birbirine soruyordu: “Abdullah mı, o güzel, o tatlı çocuk mu kur­ban edilecek?”
Ab­dül­mut­ta­lib, yanan yüreğine, kasırgalaşan hislerine, okyanus dalgalarını andıran şefkat ve merhamet duygularına aldırmadan, biricik oğlu Abdullah’ın bileğini kavradı ve onu doğruca İsaf ve Nâile putlarının yanına götürdü. Nur yüzlü Abdullah’ta sanki Hz. İsmail’in teslimiyeti vardı. Yüzünde en ufak bir memnuniyetsizlik belirtisi görünmüyordu.
Ab­dül­mut­ta­lib’in bir elinde bıçak, diğer elinde oğlu Ab­dul­lah’ın eli vardı. Kurban edilmesi için her şey tamamdı. Bu sırada birtakım gürültüler duyuldu. Ku­reyş eşrafı geliyordu. İçlerinden biri seslendi: “Ey Ab­dül­mut­ta­lib! Ne yap­mak isti­yor­sun?”
Ab­dül­mut­ta­lib, nur yüzlü oğluna bakarak cevap verdi: “Onu kurban ede­ceğim!”
Bu cevap, kalabalık arasında hayret ve heyecan meydana getirerek dalga­landı. Müdahale ettiler. “Ey Ab­dül­mut­ta­lib!” dediler. “Bu nasıl olur? Sen ki Mekke’nin büyüğüsün. Böyle ya­parsan, sonra herkes senin yaptığını yapmaz mı? Herkes oğlunu kurban ederse bizim de soyumuz kesilmez mi?”
Bütün kalabalık, Ab­dül­mut­ta­lib’in aleyhindeydi. Hatta hisleri, duyguları da... Lehinde olan tek şey, çelikten iradesiydi. Allah’ına söz vermişti ve bu sö­zünü mutlaka yerine getirmeliydi. Çünkü Allah, onun istediğini vermişti: On erkek çocuk ihsan etmişti. Kurban etmemek, O’na karşı nankörlük olurdu.
Bu sırada Abdullah’ın dayısı Abdullah b. Muğîre ortaya atıldı ve “Ey Ab­dül­mut­ta­lib!” dedi. “Vallahi, meşru bir mâ­zeret ol­ma­dıkça sen onu kurban edemezsin! Onu kurtarmak için, gerekirse bütün malımızı vermeye hazırız!”
Ab­dül­mut­ta­lib’in duyguları, şefkati, merhameti de sanki dillenmiş ve ken­di­sine aynı şeyleri haykırıyorlardı. Fakat çelikten iradesi bir türlü gevşemi­yor­du.
Ku­reyşliler ve oğulları, yalvarmalarının netice vermediğini görünce, bu se­fer şöyle bir teklifte bulundular:
“Ey Ab­dül­mut­ta­lib! Abdullah’ı al, Şam’a git! Orada bir kadın var: Kâhin ve bilgin bir kadın. Doğudan batıdan zorlukta kalan herkes, ülkeler aşıp ona gi­der. Herkesin derdine bir çare bulur. Elbette senin için de bir çare bulur. ‘Ab­dullah boğazlanacak’ derse, gel, onu boğazla; yok, eğer seni de, Abdullah’ı da, bizi de üzüntüden kurtaracak bir çare bulursa, ona göre hareket edersin!”[2]
Bu fikir, Ab­dül­mut­ta­lib’in aklına yattı. Derhal Abdullah’ı yanına alarak Şam’a doğru yola çıktı. Medine’ye geldiklerinde, kâhin kadının Hayber’de ol­duğunu öğrendiler. Oradan Hayber’e geldiler. Arrafe adındaki kâhineyi bul­dular.
Ab­dül­mut­ta­lib, durumu olduğu gibi anlattı.
Kadın sordu: “Sizde bir insanın diyeti nedir?”
Ab­dül­mut­ta­lib, “On deve” dedi.
Bunun üzerine kâhin kadın, “Gidin, on deve hazırlayın. Çocukla on deveyi alıp, ok çektiğiniz yere götürün. Bir tarafta çocuğunuz, diğer tarafta ise on de­ve olmak üzere ikisi arasında ok çekin. Eğer ok develere çıkarsa, develeri kur­ban edip çocuğu kurtarın; yok, eğer ok çocuğa çıkarsa, her defasında deve­lerin sayısına bir diyet mik­tarı daha ekleyerek Rabbiniz sizden râzı oluncaya kadar ok çekmeye devam edin! Ne zaman ok develere çıkarsa, onları boğazla­yıp kur­ban edin. Bu şekilde hem Rabbinizi râzı etmiş, hem de çocuğunuzu kurban ol­maktan kurtarmış olursunuz” dedi.[3]
Ortaya konan çareyi uygun bulan Ab­dül­mut­ta­lib, sevinçten uçacak gibi ol­du. Vakit kaybetmeden Mekke’ye döndü. Ab­dül­mut­ta­lib ailesi ve Mekke halkı da bu habere son derece sevindi.

Kur’a Neticesi

Mekke’ye dönüşünün ertesi günü idi.
Ab­dül­mut­ta­lib, biricik oğlu Abdullah’ı ve on deveyi alarak Kâbe’ye gitti. Kâ­hin kadının tavsiyesi üzerine, Abdullah ile on deve arasında kur’a çekile­cek­ti.
Ab­dül­mut­ta­lib, sevinç içinde memura “Çek!” dedi.
Çekilen ok Abdullah’a çıktı!
Develerin sayısını yirmiye çıkardılar.
Memur tekrar oku çekti. Ok yine Abdullah’ı gösterdi!
Develer otuza çıkarıldı. Ok tekrar Abdullah’a isabet etti.
Develer kırk oldu. Ok yine Abdullah’a çıktı.
Elli oldu. Ok Abdullah’a çıkmakta ısrar ediyordu!
Altmış, yetmiş, seksen, doksan oldu. Ok, ısrarla Abdullah’ı gösteriyordu! San­ki başka bir âlemden emir alır gibiydi.
Ab­dül­mut­ta­lib, hayret ve heyecan içindeydi. Her çekim esnasında ellerini semâya doğru kaldırarak dua etmekten de geri durmuyordu.
Nihayet, develerin sayısı yüzü buldu.
Tekrar ok çekilince, merakla bakanlar derin bir nefes aldılar. Çünkü ok, de­velere çıkmıştı!
Herkes gibi Ab­dül­mut­ta­lib’in de gözleri sevinçle parladı. Fakat onun bu se­vinci fazla sürmedi. Derhal ciddileşti. Kendisini fazla tebrike imkân tanımadı ve şöyle konuştu:
“Vallahi, üst üste üç defa daha çok çekeceğim; ta ki kal­bim mutmain olsun!”
Çekiliş üç defa daha tekrarlandı. Her defasında sevinç çığlıkları atılıyordu. Çünkü üç seferinde de ok, develere çıkmıştı.
Bu sevincini Ab­dül­mut­ta­lib, “Allahü Ekber, Allahü Ek­ber!” diyerek izhar etti ve diz çökerek duada bulundu.
Böylece Abdullah, kurban edilmekten kurtuldu.
Sevgili oğlunun kurban edilmekten kurtulmasına son derece sevinen Ab­dül­mut­ta­lib, yüz devenin Safâ ile Merve arasına götürülüp, yan yana kurban edilmesini emretti. Emri derhal yerine getirildi. Kurban edilen develerin etle­rinden Mekke halkı bol bol istifade etti. Alamadıklarını da kurtlar, kuşlar, kö­pekler, vahşî ve ehil bütün hayvanlar paylaştılar.
O günden itibaren, Ku­reyşliler ve Araplar arasında, bir insan diyetinin yüz deve olarak kabul edilme âdeti benimsendi.[4]
Resûl-i Ekrem Efendimiz de, bu âdeti olduğu gibi bırakmıştır.[5]

Hz. Abdullah’ın İffeti

Aynı gündü.
Herkes neticeden memnun, kur’a yerinden dağılıyordu. Ab­dül­mut­ta­lib de sevgili oğluyla birlikte şehre geliyordu. Kâbe’­nin yanından geçerlerken, baba­sından bir hayli geride kalmış Abdullah’ın karşısına bir kadın dikildi. Bu ka­dın, Abdullah’ın dillere destan güzelliğine hayranlardan biri olan, Varaka b. Nev­fel’in kız kardeşi Rukiyye idi. O da, kardeşi Varaka gibi eski mu­kaddes ki­tapları okumuş, o kitaplarda ahir zamanda gelecek peygamberin sıfatlarını gör­müş ve öğrenmişti. İç âleminde, Abdullah’ın yüzünde, o âna kadar hiç kim­sede görmediği müstesna parlaklıkla karşı karşıya kalınca, bu sıfatlarla münâ­sebet kurdu. Bu şerefi başkasına kaptırmamak için de, adeta güzelliğini ve if­fetini unutarak Abdullah’ın yanına yaklaştı ve fısıldadı:
“Delikanlı, biraz dursana!”
Abdullah durdu.
Kadın, “Nereye gidiyorsun?” diye sordu.
Yüzünde parlayan nurun masumiyeti içinde Abdullah, “Babamla gidiyo­ruz” diye cevap verdi.
Kadın, bu masum cevap üzerinde pek durmadı ve asıl maksadını açıkladı. “Abdullah “ dedi. “Benimle şimdi evlenir misin?”
Abdullah’ın yüzü bir anda kıpkırmızı kesildi. Masumiyetini yırtmak isteyen bu teklife pek aldırmadı ve yoluna devam etmek istedi.
Fakat Rukiyye, ona sahip olmak istiyordu. Arzusunu bir başka teklifle câzib hale getirdi. “Eğer” dedi. “Benimle evlenme­yi kabul edersen, senin için kurban edilen develer kadar develerim var, onların hepsini sana vereyim!”
Abdullah, bu câzib teklife de iltifat etmedi ve iffetini ser­gileyen şu cevabı verdi:
“Haram öyle acıdır ki ölüm acısı onun yanında çok hafif kalır; helâl ise çok tatlıdır. Ey kadın, sen git, açıkça helâlinden ara! Şeref ve iffet sahibi olanlar, namuslarını ve dinlerini titizlikle korurlar. Onlar, namussuzluk demek olan bir işe nasıl teşebbüs ve cesaret edebilirler?”[6]
Bu asil cevabından sonra da, güzel Rukiyye’nin hüzün ve hay­ranlığı birleşti­ren bakışları önünde yoluna devam etti.
Günler sonra, evlenmiş bulunan Hz. Abdullah, aynı ka­dınla Mekke sokak­la­rında bir kere daha karşılaştı. Aynı Rukiyye, ona karşı en ufak bir arzu ve has­ret belirtisi göstermedi; bilâkis, hissiz ve bakışları, hayranlık şöyle dur­sun, çok donuktu.
Abdullah sebebini sordu: “Ne oldu sana? Halin değişmiş!”
Rukiyye, “O gün, alnında esrarlı bir nur parlıyordu. O nur kar­şısında ken­dimden geçtim. Ama şimdi onu göremiyorum!” diye cevap verdi.
Evet, Hz. Abdullah’ın alnında parlayan nur artık yoktu.
Çünkü o nur Kâinatın Efendisine hamile olan, annelerin en büyüğü Hz. Âmine’ye intikal etmişti.
Aslında, Hz. Abdullah’a hayran ve meftun olan sadece bu kadın değildi. Kötü ahlâktan uzak, tertemiz ve en güzel haslet ve faziletlerle bezenmiş bu de­likanlıya bütün Ku­reyş kızlarının gözleri çevrilmişti! Ama yüzündeki parlaklı­ğın sırrına akıl erdiremeden; Hak Teâlâ’nın ona Ahir zaman Peygamberinin babası olmak gibi şereflerin en büyüğünü mukadder kıldığının hikmetini idrak edemeden!

Hz. Abdullah’ın, Hz. Âmine’yle Evlenmesi

Hz. Abdullah, gün geçtikçe büyüyor, büyümesiyle de gönülleri etrafında per­vane gibi döndürüyordu. Fakat o, dönen pervanelerin hiçbirine iltifat etmi­yor, iffet ve namusunu tertemiz koruyordu.
Çok sevdiği oğlunun evlenme çağına geldiğini gören Ab­dül­mut­ta­lib, bir an evvel onu mesut bir yuvaya kavuşturmak istiyordu. Ancak ona, her yönüyle denk birini bulmak gerekiyordu. Ab­dül­mut­ta­lib, bunu bulmada gecikmedi. Be­nî Zühre kabilesinin büyüğü Vehb b. Abdi Menaf’ın yanına vararak, kızı Âmi­ne’yi oğlu Abdullah’a istediğini söyledi. Vehb, teklifi memnuniyet ve se­vinçle karşıladı, sonra da şöyle konuştu:
“Ey amcamoğlu! Biz bu teklifi sizden önce aldık! Âmine’nin annesi, geçen­lerde bir rüya görmüştü. Anlattığına göre, evimize bir nur girmiş, aydınlığı yer­­leri ve gökleri tut­muş. Ben de bu gece rüyamda, dedemiz İbrahim’i (a.s.) gör­­düm. Bana, ‘Ab­dül­mut­ta­lib’­in oğlu Abdullah ile kızın Âmine’nin nikâhla­rı­nı ben kıydım! Sen de onu kabul et’ dedi. Bugün sabahtan beri bu rüyanın te­si­ri altındayım. ‘Acaba ne zaman gelecekler?’ diye kendi kendime sorup duru­yordum!”
Bunları duyan Ab­dül­mut­ta­lib sevincinden, “Allahü Ekber! Allahü Ekber!” diyerek tekbir getirdi.
Vehb’in kızı Âmine, hem güzellik, hem ahlâk, hem de neseb itibarıyla Ku­reyş kızları arasında en yüksek mevkiye sahipti. Her hususta Abdullah’a denk­ti ve henüz 14 yaşlarında bulunuyordu. Abdullah ise, bu sırada yirmi dört yaş­larında idi. Kısa zamanda düğün yapıldı ve Kâinatın Efendisini dünyaya geti­recek mesut aile yuvası kuruldu.[7]

Hz. Abdullah’ın Vefatı

Evliliklerinin üzerinden henüz birkaç hafta geçmişti ki birçok kimsenin fark ettiği garip bir durum oldu: Hz. Abdullah’ın yüzündeki nur, Hz. Âmine’nin al­nında parlamaya başladı. Demek ki artık Hz. Âmine, Kâinatın Efendisine ha­mile idi.
Evliliklerinin ilk ayları dolmuştu.
Hz. Abdullah, bir ticaret kervanına katılarak Suriye’ye gitti.
Gidiş, o gidiş oldu; Hz. Abdullah, bir daha Mekke’ye dönmedi. Aylar sonra Mekke’ye dönen ticaret kervanı arasında Hz. Abdullah yok­tu. Sadece acı ha­beri vardı.
Hz. Abdullah, ticaret yolculuğundan dönüşte Medine’­de has­ta­lanmıştı. Ve onu orada dayılarının yanına bırakmış­lardı.
Bu haberi alan Ab­dül­mut­ta­lib, derhal oğlu Hâris’i Medine’­ye gön­derdi. Ha­ris, Medine’ye varıncaya kadar her şey olup bit­miş­ti. Hz. Abdullah, Kâinatın Efendisi oğlunun bir kerecik olsun yüzünü görmeden ebedî âleme göç etmişti ve orada Adiyy b. Neccaroğullarından Nâbiğa’nın evinin avlusuna defnedil­mişti.
Hâris, bu acı haberi alıp Mekke’ye getirdi. Mekke bir an­da mâtem havasına büründü. Genç ihtiyar, küçük büyük arasında fark gözetmeyen ölümün, Ab­dullah’ı bu genç yaşında beklenmedik bir zamanda sînesine alışı, Ab­dül­mut­ta­lib ailesini derin bir üzüntüye boğdu. Mekke halkı da gözyaşlarıyla onların te­essürüne iştirak etti.
Hele, henüz genç bir gelin olan Hz. Âmine’nin teessürünü tarif etmek im­kân­sızdı. Haberi duyduğu andan itibaren bir mum gibi erimeye yüz tuttu. Gün­lerce gözyaşlarını tutamadı. Ağladı, ağladı. O ağlarken, bütün insanlığın göz­yaşını beraberinde getireceği nurla silecek ve acılarını dindirecek zâtın dün­yaya gelişine ise iki ay gibi kısa bir zaman kalmıştı.
Hz. Âmine, hadiseden duyduğu derin üzüntüyü gözyaşları arasında şii­rinde şöyle dile getirdi:
Artık Mekke’nin Betha kolu Hâşimoğullarından boş kaldı. Mekke, Hâşimoğulla­rı­nın şânından mahrum kalacak artık!
Ölümün davetine uyarak, evinden örtüler ve kefenler içinde çıkıp kabre gitti.
Ölüm (yeryüzünde yıllarca dolaşıp dursa) insanlar arasında, Hâşimoğlu gibi bir yiğit bulup boşluğunu dolduramaz.
Dostları onun tabutunu taşımak için koşuştular, onu elden ele alıp götürdüler.
Ne yazık ki ecel, hiç beklenmedik bir zamanda onu çekip kendine aldı. Hâlbuki o, ne kadar güzel, ne kadar cömert ve ne kadar da merhametli biri idi![8]

Hz. Abdullah’ın Bıraktığı Miras

Hz. Abdullah, yeni evliydi. İstikbâlini temine yeni yeni hazırlanırken dün­yaya gözlerini yummuştu. Bu sebeple maddî plânda geride son derece müte­vazı bir miras bıraktı: Ümüm Eymen Bereke adında, Kâinatın Efendisini çok seven bir cariye, beş deve, birkaç ko­yun, bir kılıç ve bir miktar da gümüş pa­ra.[9]
Fakat geriye, Allah’ın lûtfuyla İki Cihanın Güneşi olacak hayırlı bir evlat bı­raktı. Nuruyla âlemi aydınlatacak bir zât: Kâinatın Efendisi Hz. Muhammed (a.s.m.)...

_______________________________________
[1] Ab­dül­mut­ta­lib’in diğer (erkek) çocuklarının adları şöyledir: Abbas, Hamza, Ebû Tâlib (Abdi Menaf), Zübeyr, Hâris, Hacl, Mukavvim, Dırar, Ebû Leheb (Abdü’l-Uzzâ) [İbn Hişam, c. 1, s. 113; İbn Sa’d, c. 1, s. 88].
[2] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 162; Taberî, Tarih, c. 2, s. 174.
[3] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 163; Taberî, Tarih, c. 2, s. 174.
[4] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 164; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1. s. 89; Taberî, Tarih, c. 2, s. 174.
[5] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 89.
[6] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 164; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 95-96.
[7] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 167; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1. s. 94.
[8] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 100.
[9] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 167; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 100.



NUR YÜZLÜ GÜL KOKULU EFENDİME

 

                                                Bismillahirrahmanirrahim ;

             Selam sana ey Allah’ın sevgilisi , selam sana gül kokulu efendim , selam sana Müslümanlara doğan güneş ;

                Kaç yüzyıl geçti ümmetine veda edeli , ne zorluklar ne kanlar döküldü . Din yoluna  kaç şehit verdik. Yıllar , asırlar ardı ardına birikmiş olsa da ,şefkatin gülen yüzün , yüreğinin yumuşaklığı ve bizlere yol gösterici olarak teslim ettiğin Kur’an-ı Kerim   ellerimizde. Senin o mübarek gözlerinin baktığı  sayfalara bizim de bakabildiğimiz için  Yüce Allah ‘ a binlerce kez şükürler olsun…

         Efendimiz  ; asırlar önce cennet için, salih amel için koşturan ümmetinin artık çoğu  GÜNAHKAR .. .Sizi üzen davranışlar kol geziyor. Bir  avuc toprağa kardeş kardeşin canına kıyıyor , artık helale harama değil , cebe girene boğazdan gecene  bakılıyor.  Üzülme ya Rasülullah . 632’den  beri  bedenin ,sesin   aramızda  değil.Allah’a döktüğün göz yaşlarının son bulup vuslata eriştiğin günden beri ümmetin   kötülüğe karıştı, nefsini dinler oldu .İnsanların dili  Allah derken eli, gönlü harama uzanır oldu. Ümmetinin bir kısmı sana ve cennete uzak ,Allah’a inkar davranışlarla şeytanın tuzaklarına yem olup günaha boğuluyor . Keşke yanımızda olsan ve ümmetini şu şeytanın bataklığından kurtarsan . Biz cehennemde  bir yudum suya muhtaç iken bizlere su vermeye gelir misin  ya Nebi ! 

       Kıskanıyorum efendim . Senin Aişe’n , senin Fatıma’n ,senin Bilal’in , Ömer’in Zeyd’in senin için hizmetler etmiş , dizlerinin dibinde yaşamış , o muazzam sesini gül yüzünü  görüp severken bizler göremediğimiz için  kıskanıyorum. Keşke sen namaz kılarken başından dökülen pislikleri temizleyen ben olsaydım Rasülum .Keşke o sahabeler gibi önünüzde diz çökerek şehadet getirenler arasında ben de olsaydım efendim . Merhamet kokan , şefkatli, yumuşak ellerini başlarımıza , saçlarımıza sürsen. Gül kokun içimize işlese , attığın her adımda , söylediğin her güzel sözünde manalar arasak .O güler yüzüne, bizler için o her damlası değerli yaşlar akıtan, o güzel gözlerine bakamasak, seni üzecek , o şefkatli yüreğine üzüntü verecek günahlarda yüzdüğümüz için vicdan azabı duysak … Keşke ;  uykularımız kaybolsa, gecemiz gündüzümüz , elimiz, dilimiz , kalbimiz  Allah’a zikir için , günahlarımızın affı için , senin yoluna , bizleri yaratan , nimetler veren , dualarımızı işiten alemlerin Rabb’i için uğraşsa…

                   Cennet aşkını , Allah aşkını gönüllerimize aşılasan . Dünyalık aşkları , menfaatleri , zaafları , istekleri , uğraşları silip atmamıza yardım etsen . Yeniden ümmetinin solan güllerini canlandırsan , dokunduğun el, bastığın toprak ,baktığın sema , geçtiğin yollar her yer ‘ALLAH’ diye inlese.. Tekrar ümmetinle olsan … Ey Rasülum , ümmetin açan en güzel gülü ,  alemlerin Allah aşkı ile nurlanmış nebisi , her ne kadar bedenen yanımızda olamasan da , bizleri senin yolundan ,  Kur’an ‘ın yolundan , İslam’ın , Müslümanlığın , imanın yolundan ayırma  !  Bizleri yalnız bırakma !

                Varlığını,  şefkatini ,  merhametini,  sevgini ,  aşkını yüreklerimize nakış nakış  işle! Mahşer günü , o büyük gün  şefaatinden mahrum bırakma ya rasülullah !  Şefaatine muhtacız efendim , bizleri şefaatinden   mahrum  etme efendim ! Cennetin köşklerinde , ırmaklarında , şerbetli sularında , tüm ‘ÜMMET-İ MUHAMMED’ ile birlikte olmak için bizleri Allah’a yönelt!  Şu dünyalık zevklerimizden , günahlarımızdan kurtulmamız için bizleri yalnız bırakma efendim !  Bu imtihan için  geldiğimiz  sahte hayata kendimizi kaptırmamıza engel olun efendim..! Bu aciz günahkar  artık hevesi dünyalık olmaya düşmüş ümmetinin insanları için ahiret günü yüce Mevla’ya duada bulunur musun ey Muhammed (sav.)?

             Bizleri o bin yıl önceki   Hz. Hamza , Hz. Ebu Bekir , Enes b. Malik ve Hz. Hatice annemiz gibi , senin o masumiyet dolu sevgini bir nebze de olsa geçirmiş kimseler olmamız için bizi yalnız bırakma ,  selametten ayırma , Allah yolundan alıkoyacak  işlerden uzak durmamız için  yardımcı ol !

           Sen şimdi  yoksun   ama emanetin hep bizimle . İçin rahat olsun  rasülum, Yokluğunda Kur’an-ı  Kerime ,  hadislerine sarıldık. Hep öğrettiklerin ,emanetlerin yollarımıza ışık tutuyor . Senin gözlerinin değdiği yere değen   gözlerimiz seni arıyor.  Senin gözyaşlarının aktığı satırlara bakıyoruz . Yokluğunda gözyaşı döküyoruz . Hiç göremesek  de seni bir gün göreceğimiz için seni görmüş gibi seviyoruz , Mekkeli yetim kız çocuğu gibi seviyoruz efendim her gün senin gülen yüzünü görmeye, oyun oynamayı bırakıp gelecek kadar  seviyoruz.

            Torunların gibi seviyoruz, sen   secdede  iken mübarek   omuzlarına  atılıp oynayacak  kadar . Allah’ın rahmeti için dua istiyoruz senden gül kokulumuz .  Cennette sana ve ümmetine kavuşmak dileğiyle peygamberim…


besmele görselleri ile ilgili görsel sonucu


HÜD SÜRESİ AYET 41
وَقَالَ ارْكَبُواْ فِيهَا بِسْمِ اللّهِ مَجْرَاهَا وَمُرْسَاهَا إِنَّ رَبِّي لَغَفُورٌ رَّحِيمٌ
Ve kâlerkebû fîhâ bismillâhi mecrâhâ ve mursâhâ, inne rabbî le gafûrun rahîm(rahîmun).
42
وَهِيَ تَجْرِي بِهِمْ فِي مَوْجٍ كَالْجِبَالِ وَنَادَى نُوحٌ ابْنَهُ وَكَانَ فِي مَعْزِلٍ يَا بُنَيَّ ارْكَب مَّعَنَا وَلاَ تَكُن مَّعَ الْكَافِرِينَ
Ve hiye tecrî bihim fî mevcin kel cibâli ve nâdâ nûhunibnehu ve kâne fî ma'zilin yâ buneyyerkeb meanâ ve lâ tekun meal kâfirîn(kâfirîne).
43
قَالَ سَآوِي إِلَى جَبَلٍ يَعْصِمُنِي مِنَ الْمَاء قَالَ لاَ عَاصِمَ الْيَوْمَ مِنْ أَمْرِ اللّهِ إِلاَّ مَن رَّحِمَ وَحَالَ بَيْنَهُمَا الْمَوْجُ فَكَانَ مِنَ الْمُغْرَقِينَ
Kâle se âvî ilâ cebelin ya'sımunî minel mâi, kâle lâ âsımel yevme min emrillâhi illâ men rahim(rahime), ve hâle beynehumâl mevcu fe kâne minel mugrakîn(mugrakîne).
44
وَقِيلَ يَا أَرْضُ ابْلَعِي مَاءكِ وَيَا سَمَاء أَقْلِعِي وَغِيضَ الْمَاء وَقُضِيَ الأَمْرُ وَاسْتَوَتْ عَلَى الْجُودِيِّ وَقِيلَ بُعْداً لِّلْقَوْمِ الظَّالِمِينَ
Ve kîle yâ ardubleî mâeki ve yâ semâu akliî ve gîdal mâu ve kudıyel emru vestevet alâl cûdiyyi ve kîle bu'den lil kavmiz zâlimîn(zâlimîne).
45
وَنَادَى نُوحٌ رَّبَّهُ فَقَالَ رَبِّ إِنَّ ابُنِي مِنْ أَهْلِي وَإِنَّ وَعْدَكَ الْحَقُّ وَأَنتَ أَحْكَمُ الْحَاكِمِينَ
Ve nâdâ nûhun rabbehu fe kâle rabbi innebnî min ehlî ve inne va'dekel hakku ve ente ahkemul hâkimîn(hâkimîne).
HÜD SÜRESİ AYET41
(nuh şöyle dedi) ona binin onun gitmesi ve durması ALLAH ın ismiyledir şüphesiz rabbim çok bagışlayan çok acıyandır
42
gemi içindekilerle birlikte daggibi dalgalar içinde akıp gidiyordu nuh ayrı bir yere çekilmiş olan ogluna şöyle seslendi ey oglum gel bizimle beraber bin kafirlerle beraber olma
43
o ben benim sudan koruyacak bir daga sıgınacagım dedi ( babası) bugün ALLAH ın emrinden onun merhamet ettigi dışında kurtulacak kimse yoktur dedi derken aralarına dalga giriverdi  oda bogulanlardan oldu
44
şöyle denildi ey toprak yut suyunu ey gök yüzü açıl su çekildi iş bitirildi gemi cudüüzerinde durdu o zalim topluluga defolun denilmişti
45
nuh rabbine seslendi ve şöyle dedi ey rabbim şüphesiz oglum ailemdendir senin vaadin elbette haktır sen hakimlerin içinde en iyi hüküm edensin

15 Aralık 2015 Salı

besmele görselleri ile ilgili görsel sonucu
HUD SÜRESİ AYET 36
وَأُوحِيَ إِلَى نُوحٍ أَنَّهُ لَن يُؤْمِنَ مِن قَوْمِكَ إِلاَّ مَن قَدْ آمَنَ فَلاَ تَبْتَئِسْ بِمَا كَانُواْ يَفْعَلُونَ
Ve ûhiye ilâ nûhın ennehu len yu’mine min kavmike illâ men kad âmene fe lâ tebteis bi mâ kânû yef’alûn(yef’alûne).
37
وَاصْنَعِ الْفُلْكَ بِأَعْيُنِنَا وَوَحْيِنَا وَلاَ تُخَاطِبْنِي فِي الَّذِينَ ظَلَمُواْ إِنَّهُم مُّغْرَقُونَ
Vasnaıl fulke bi a’yuninâ ve vahyinâ ve lâ tuhâtıbnî fîllezîne zalemû, innehum mugrakûn(mugrakûne).
38
وَيَصْنَعُ الْفُلْكَ وَكُلَّمَا مَرَّ عَلَيْهِ مَلأٌ مِّن قَوْمِهِ سَخِرُواْ مِنْهُ قَالَ إِن تَسْخَرُواْ مِنَّا فَإِنَّا نَسْخَرُ مِنكُمْ كَمَا تَسْخَرُونَ
Ve yasnaul fulke ve kullemâ merra aleyhi meleun min kavmihi sehırû minhu,, kâle in tesharû minnâ fe innâ nesharu minkum kemâ tesharûn(tesharûne).
39
فَسَوْفَ تَعْلَمُونَ مَن يَأْتِيهِ عَذَابٌ يُخْزِيهِ وَيَحِلُّ عَلَيْهِ عَذَابٌ مُّقِيمٌ
Fe sevfe ta’lemûne men ye’tîhi azâbun yuhzîhi ve yehıllu aleyhi azâbun mukîm(mukîmun).
40
حَتَّى إِذَا جَاء أَمْرُنَا وَفَارَ التَّنُّورُ قُلْنَا احْمِلْ فِيهَا مِن كُلٍّ زَوْجَيْنِ اثْنَيْنِ وَأَهْلَكَ إِلاَّ مَن سَبَقَ عَلَيْهِ الْقَوْلُ وَمَنْ آمَنَ وَمَا آمَنَ مَعَهُ إِلاَّ قَلِيلٌ
Hattâ izâ câe emrunâ ve fârat tennûru kulnâhmil fîhâ min kullin zevceynisneyni ve ehleke illâ men sebeka aleyhil kavlu ve men âmene, ve mâ âmene meahû illâ kalîl(kalîlun).
HUD SÜRESİ AYET 36
NUH A şu vahiy edilmişti iman edenlerin dışında artık halkından hiçbir kimse iman etmeyecek onların yaptıklarına üzülme
37
bizim gözetimimiz ve vahyimiz altında gemiyi yap zalimler hakkında benden birşey isteme çünkü onlar bogulacaklardır
38
o gemiyi yapıyordu  halkından bir topluluk yanından her geçtiginde onunla alay ediyordu siz bizimle egleniyorsanız biz de sizinle sizin bizimle eglendiginiz gibi eglenecegiz dedi
39
kendisini rüsva edecek azabın kime gelecegini sürekli olan azabın kimin başına inecegini ileride bileceksiniz
40
nihayet emrimiz geldiginde ve tandır kaynadıgında şöyle dedik geminin içine her birinden onunla beraber çok az kişi iman etmişti

14 Aralık 2015 Pazartesi

besmele görselleri ile ilgili görsel sonucu

HUD SÜRESİ AYET 31
وَلاَ أَقُولُ لَكُمْ عِندِي خَزَآئِنُ اللّهِ وَلاَ أَعْلَمُ الْغَيْبَ وَلاَ أَقُولُ إِنِّي مَلَكٌ وَلاَ أَقُولُ لِلَّذِينَ تَزْدَرِي أَعْيُنُكُمْ لَن يُؤْتِيَهُمُ اللّهُ خَيْرًا اللّهُ أَعْلَمُ بِمَا فِي أَنفُسِهِمْ إِنِّي إِذًا لَّمِنَ الظَّالِمِينَ
Ve lâ ekûlu lekum indî hazâinullâhi ve lâ a’lemul gaybe ve lâ ekûlu innî melekun ve lâ ekûlu lillezîne tezderî a’yunukum len yu’tiyehumullâhu hayrâ(hayran), allâhu a’lemu bimâ fî enfusihim, innî izen le minez zâlimîn(zâlimîne).
32
قَالُواْ يَا نُوحُ قَدْ جَادَلْتَنَا فَأَكْثَرْتَ جِدَالَنَا فَأْتَنِا بِمَا تَعِدُنَا إِن كُنتَ مِنَ الصَّادِقِينَ
Kâlû yâ nûhu kad câdeltenâ fe ekserte cidâlenâ fe’tinâ bi mâ teidunâ in kunte mines sâdikîn(sâdikîne).
33
قَالَ إِنَّمَا يَأْتِيكُم بِهِ اللّهُ إِن شَاء وَمَا أَنتُم بِمُعْجِزِينَ
Kâle innemâ ye’tîkum bihillâhu in şâe ve mâ entum bi mu’cizîn(mu’cizîne).
34
وَلاَ يَنفَعُكُمْ نُصْحِي إِنْ أَرَدتُّ أَنْ أَنصَحَ لَكُمْ إِن كَانَ اللّهُ يُرِيدُ أَن يُغْوِيَكُمْ هُوَ رَبُّكُمْ وَإِلَيْهِ تُرْجَعُونَ
Ve lâ yenfeukum nushî in eradtu en ensaha lekum in kânallâhu yurîdu en yugviyekum, huve rabbukum ve ileyhi turceûn(turceûne).
35
أَمْ يَقُولُونَ افْتَرَاهُ قُلْ إِنِ افْتَرَيْتُهُ فَعَلَيَّ إِجْرَامِي وَأَنَاْ بَرِيءٌ مِّمَّا تُجْرَمُونَ
Em yekûlûnefterâhu, kul inifteraytuhu fe aleyye icrâmî ve ene berîun mimmâ tucrimûn(tucrimûne).
HUD SÜRESİ AYET 31
BEN  size ALLAH ın hazineleribenim yanımda ben bilinmeyen görünmeyen alemi bilirim demiyorum ben bir melegim de demiyorum o sizin gözlerinizin hor gördükleri hakkında ALLAH onlara hiç bir hayırı vermez  de demiyorum ALLAH onların içlerindekini daha iyi bilir (böyle bir şey söylersem ) ben o zaman zalimlerden olurum
32
ey nuh sen gerçekten bizimle mücadele ettin üsttelik bu mucadelemizde ileri gittin eger sözünde dogru olanlar dan isen haydi bizi tehdit edip durdugun azabı bize getir dediler
33
onu size isterse  ancak ALLAH getirir  siz onu aciz bırakacak degilsiniz dedi
34
ben size nasihat vermek istemişsem de  eger ALLAH sizi helak etmek istiyorsa benim nasihatim size bir fayda vermez o rabbinizdir sonunda ona döndürüleceksiniz
35
yoksa onu uydurdugu mu diyorlar  de ki eger bunu ben uydurdumsa vebalim benim boynumadır ben sizin yüklendiginiz günahtan uzagım

9 Aralık 2015 Çarşamba

besmele görselleri ile ilgili görsel sonucu

HUD SÜRESİ AYET 26
أَن لاَّ تَعْبُدُواْ إِلاَّ اللّهَ إِنِّيَ أَخَافُ عَلَيْكُمْ عَذَابَ يَوْمٍ أَلِيمٍ
En lâ ta’budû illâllâhe, innî ehâfu aleykum azâbe yevmin elîm(elîmin).
27
فَقَالَ الْمَلأُ الَّذِينَ كَفَرُواْ مِن قِوْمِهِ مَا نَرَاكَ إِلاَّ بَشَرًا مِّثْلَنَا وَمَا نَرَاكَ اتَّبَعَكَ إِلاَّ الَّذِينَ هُمْ أَرَاذِلُنَا بَادِيَ الرَّأْيِ وَمَا نَرَى لَكُمْ عَلَيْنَا مِن فَضْلٍ بَلْ نَظُنُّكُمْ كَاذِبِينَ
Fe kâlel meleullezîne keferû min kavmihî mâ nerâke illâ beşeren mislenâ ve mâ nerâkettebeake illâllezîne hum erâzilunâ bâdiyer re’yi, ve mâ nerâ lekum aleynâ min fadlin bel nezunnukum kâzibîn(kâzibîne).
28
قَالَ يَا قَوْمِ أَرَأَيْتُمْ إِن كُنتُ عَلَى بَيِّنَةٍ مِّن رَّبِّيَ وَآتَانِي رَحْمَةً مِّنْ عِندِهِ فَعُمِّيَتْ عَلَيْكُمْ أَنُلْزِمُكُمُوهَا وَأَنتُمْ لَهَا كَارِهُونَ
Kâle yâ kavmi e raeytum in kuntu alâ beyyinetin min rabbî ve âtânî rahmeten min indihî fe ummiyet aleykum, e nulzimukumûhâ ve entum lehâ kârihûn(kârihûne).
29
وَيَا قَوْمِ لا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ مَالاً إِنْ أَجْرِيَ إِلاَّ عَلَى اللّهِ وَمَآ أَنَاْ بِطَارِدِ الَّذِينَ آمَنُواْ إِنَّهُم مُّلاَقُو رَبِّهِمْ وَلَكِنِّيَ أَرَاكُمْ قَوْمًا تَجْهَلُونَ
Ve yâ kavmi lâ es’elukum aleyhi mâlâ(mâlen), in ecriye illâ alâllâhi ve mâ ene bi târidillezîne âmenû, innehum mulâkû rabbihim ve lâkinnî erâkum kavmen techelûn(techelûne).
30
وَيَا قَوْمِ مَن يَنصُرُنِي مِنَ اللّهِ إِن طَرَدتُّهُمْ أَفَلاَ تَذَكَّرُونَ
Ve yâ kavmi men yansurunî minallâhi in taradtuhum, e fe lâ tezekkerûn(tezekkerûne).
HUD SÜRESİ AYET 26
ALLAH tan başkasına ibadet etmeyin ben size acı veren bir günün azabının gelmesinden korkuyorum
27
hakında inkar edenlerin ileri gelenleri biz senin yalnızca bizim gibi bir insan oldugunu görüyoruz sana uyanların da ancak basit görüşlü en aşalıklarımızın oldugunu görüyoruz sizin bize fazladan bir üstünlügünüzün oldugunu da görmüyoruz hatta sizin yalancı oldugunuzu zannediyoruz dediler
28
(onlara cevapolarak şöyle ) dedi ey halkım söyleyin bakalım eger ben rabbimden gelen bir delil üzerindeysem bir de bana onun katından bir rahmet gelmişse size ise onu görecek göz verilmemişse  istemediginiz halde biz sizi ona zorlayacak mıyız
29
ey halkım ben buna karşı  sizden bir mal istemiyorum benim ecirim ancak  ALLAH a  aittir  ben o iman edenleri kovacak degilim elbette onlar rablerine kavuşacaklar ancak  ben sizin cahillik eden bir topluluk oldugunuzu görüyorum
30
ey halkım eger ben onları kovarsam ALLAH ın azabından benim kim kurtaracak düşünmez misiniz

1 Aralık 2015 Salı

besmele görselleri ile ilgili görsel sonucu


HÜD SÜRESİ AYET 21

أُوْلَئِكَ الَّذِينَ خَسِرُواْ أَنفُسَهُمْ وَضَلَّ عَنْهُم مَّا كَانُواْ يَفْتَرُونَ
Ulâikellezîne hasirû enfusehum ve dalle anhum mâ kânû yefterûn(yefterûne).
22
لاَ جَرَمَ أَنَّهُمْ فِي الآخِرَةِ هُمُ الأَخْسَرُونَ
Lâ cereme ennehum fîl âhırati humul ahserûn(ahserûne).
23
إِنَّ الَّذِينَ آمَنُواْ وَعَمِلُواْ الصَّالِحَاتِ وَأَخْبَتُواْ إِلَى رَبِّهِمْ أُوْلَئِكَ أَصْحَابُ الجَنَّةِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ
İnnellezîne âmenû ve amilûs sâlihâti ve ahbetû ilâ rabbihim ulâike ashâbul cenneti, hum fîhâ hâlidûn(hâlidûne).
24
مَثَلُ الْفَرِيقَيْنِ كَالأَعْمَى وَالأَصَمِّ وَالْبَصِيرِ وَالسَّمِيعِ هَلْ يَسْتَوِيَانِ مَثَلاً أَفَلاَ تَذَكَّرُونَ
Meselul ferîkayni kel a’mâ vel esammi vel basîri ves semîı, hel yesteviyâni meselâ(meselen) e fe lâ tezekkerûn(tezekkerûne).
25
وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا نُوحًا إِلَى قَوْمِهِ إِنِّي لَكُمْ نَذِيرٌ مُّبِينٌ
Ve lekad erselnâ nûhan ilâ kavmihî innî lekum nezîrun mubîn(mubînun).
HÜD SÜRESİ AYET 21
İŞTE bunlar kendilerine yazık eden kimselerdir o uydurdukları tanrılar kendilerini bırakıp gitmişlerdi
22
şüpeh yok ki bunlar ahiretten en çok hüsrana ugrayacak olanlardır
23
iman edip salih amel işleyenler edeple rablerine boyun egenler var ya işte onlar cennetliktirler onlar oradaebedi kalıcıdırlar
24
bu gibi gurubun hali kör ve sagır ile gören ve işiten kimsenin durumuna benzer hiç bunların durumları bir olur mu artık düşünmez misiniz
25
yemin olsun ki nuh u kendi halkına gönderdik (onlar şöyle dedi ) haberiniz olsun ben size azabın nedenlerini ve kurtuluş yolunu açıklayan bir uyarıcıyım