Kerbela’da neler oldu?
10 Muharrem 61 (10 Ekim 680)’de Kerbela’da neler oldu? Gönül sızlatan bu elim olayı doğru anlayabilmek için, “Kerbela olayı hangi sebeplerle doğdu? Hz. Hüseyin Kûfe’ye niçin gitti, başına bu sıkıntılar neden geldi? Medine’de ya da Mekke’de kalamaz mıydı?” gibi soruları cevaplandırmak gerekir. Hz. Hüseyin, takva sahibi bir insandı. Kur’an’dan haz alan, ayetlerin derin anlamları üzerinde düşünen, zühd ü takvasıyla tanınan ve Allah’ı zikretmeyi seven bir mümindi. Dedesinden öğrendiği hadisleri, dedesinin efalini, akvalini (davranışlarını ve sözlerini) insanlara aktarmada örneklik teşkil ediyordu. Hz. Hüseyin ehlibeytin en gözdelerinden, Peygamber Efendimiz’in “dünyadaki reyhanlarımdan, çiçeklerimden” dediği, “cennet gençlerinin seyyidi-beyefendisi” diye niteleyip müjdelediği mümtaz bir şahsiyetti… Sevgili Peygamberimiz’in gözbebeğiydi; “öpüp kokladığı”, dizine oturtup “ehlibeytimizden” dediği, ağabeyi Hasan, babası Ali, annesi Fâtıma ile birlikte Cenab-ı Hakk’ın kendilerini “günahlardan arındırıp tertemiz kılmak istediği (bk. Ahzâb, 33.), Ehl-i Kisâ ve Hamse-i Âl-i Abâ”dan bir candı.
Acaba Hz. Hüseyin, böylesine müstesna bir çizgide, ulvi bir gayede devam ve gayret üzere iken, niçin Kûfe yollarına düştü? Bu sualin doğru cevabını bulabilmek için Kerbela öncesindeki siyasi gelişmelere kısaca bakmakta yarar vardır.
Hz. Ali hicri 40 yılının Ramazan ayında (661 Ocak ayı) maruz kaldığı bir saldırı neticesinde vefat ederken Kûfeliler, Hz. Hasan’a biat etmek istediklerini kendisine söylediklerinde o, yönetimin babadan oğula geçişi demek olan hanedan usulüne sıcak bakmadı. Bu münasebetle bu konuda onları serbest bıraktı, Kûfeliler kendi hür iradeleriyle Hz. Hasan’a biat verdiler.
Hz. Hasan, yönetimi devralmakla birlikte kendi döneminde Muaviye’nin idari ve siyasi denetimi altında bulunan Şam tarafıyla, olması muhtemel bir savaşta pek çok masum Müslüman kanının döküleceğini gördü. Çünkü Şamlılar kılıç zoruyla da olsa iktidarı devralmak için böyle bir hazırlığın içindeydiler. Buna karşılık Kûfe bölgesinde Hz. Hasan’ın çevresindeki askerî birliklerin dağınıklığı ve aykırı tutumları ise dikkatlerden kaçmıyordu. Bu münasebetle yönetimin en üst mevkiinde yer almak bir dünyalıksa, bir mertebeyse, bir rütbeyse, hâsılı her ne ise Hz. Hasan bunların hepsinden vazgeçti, yönetimden Muaviye lehine feragat etti. Bu bağlamda feragat, halifeliğinin meşruiyeti konusunda bir problem olmasa da bir maslahata mebni hakkını bir başkasına devretmek demekti.
Hz. Hüseyin’in bu birleşmeye ve kan dökülmesinin önlenmesine bir itirazı olamazdı, ama ağabeyinin, yönetim hakkını, zorla da olsa kendisinden almak peşine düşen siyasi ihtiras sahibi birilerine bırakmasını yöntem olarak uygun bulmadı. Fakat kararına saygı gösterdi. Sonraki zaman diliminde de siyasi iktidarla ters düşecek, yanlış anlaşılacak, dengeleri bozacak söz ve davranışlardan sakındı. Hatta cuma hutbelerinde geçmişte İslam toplumuna hizmet edenlere dua edilen bölümde Hz. Ali’nin manevi şahsiyetine uygun olmayan sözlerle saldırılarak bir çeşit karalama kampanyası başlatılmasına itiraz eden ashaptan Kûfeli Hucr b. Adî (r.a.)’nin idamına karşı dahi sabır ve tahammülü tercih etmiş ve yönetimi rahatsız edecek davranışlardan uzak durmuş, hiçbir zaman tuğyan ve isyan duygularına mağlup olmamıştır.
Hz. Hüseyin’in Emevilerin siyasi icraatına ilk karşı çıkışı, Hz. Hasan’ın 49 (669) yılında vefatını müteakip 50-56 (670-675) yılları arasında Muaviye’nin, iktidarı kendi soyu ile devam ettirmek hevesine kapılması ve oğlu Yezid’i veliaht ilan ederek halkı zorla da olsa biate sevk etmesidir. Bu yeni durum, yönetimin babadan oğula aktarılması yöntemi olup o güne kadar Müslümanların uyguladığı siyaset geleneğiyle bağdaşmıyordu. İşte bu sebeple siyasi alanda bidat sayılan bu yeni durumla ilgili çalışmalar ortaya çıktığında sadece Hz. Hüseyin değil, Hz. Ebu Bekir’in oğlu Abdurrahman (r.a.), Hz. Ömer’in oğlu Abdullah (r.a.), Hz. Zübeyr b. el-Avvam’ın oğlu Abdullah (r.a.), Hz. Ali’nin oğlu Hüseyin (r.a.) buna karşı çıkmışlardı. Bu dört mühim sima, Muaviye’ye üç teklif götürdüler: “Şu üç şeyden birini yaparsan ortalıkta hiçbir problem olmaz, lütfen iyi düşün!” dediler ve devam ettiler: “Peygamber Efendimiz’in yaptığını yap. O, filancaya biat edin diye bir aday bırakmadı. İslam toplumu, özgür iradesiyle kendilerini yönetecek şahsı belirledi. Bunu yapmıyorsan, Hz. Ebu Bekir’in yaptığının benzerini yap. O, kendisinden sonra hizmet edeceğine inandığı insanı, istişare ile (ileri gelen şahsiyetlerin görüşlerini alarak) belirledi. Belirlediği şahıs, kendi soyundan gelen biri değildi, Ömer b. el-Hattab Hazretleri idi. Sen de Hz. Ebu Bekir’in yaptığı gibi İslam toplumunun başına, kendi soyundan olmayan vasıflı, yetenekli bir şahsı aday gösterebilirsin. Bunu da yapmıyorsan, o halde Hz. Ömer’in yaptığını yap! O ne yapmıştı? Aşere-i mübeşşereden (Dünyada iken cennetle müjdelenmiş on kişiden) sağ kalan ve Müslümanlar arasında muteber olarak bilinen altı kişinin bir meşveret meclisinde (şûra) bir araya gelmelerini ve üç gün içerisinde içlerinden birini Müslümanların başına halife olarak seçmelerini vefatı öncesinde vasiyet etmişti. Bu durumda sen de bir şûra oluştur. Bu şûra, İslam toplumunun kabul edeceği yöneticiyi üç gün içinde belirlesin!”
Yezid’in veliahtlığına itiraz edenler, bu konuda geçmişte yaşanan üç örnekten birine uyması durumunda makul ve doğru bir iş yapmış olacağını ve buna kimsenin de itirazı bulunmayacağını Muaviye’ye ifade ettiler. Fakat bu üç teklif de kabul edilmedi. Yani Muaviye, oğlu Yezid’i halef bırakmaktan (öldükten sonra kendi yerine devlet başkanı atamaktan) vazgeçmedi.
Bunun peşinden kamuoyunun bu doğrultuda yönlendirilmesi için Benî Ümeyye lobisinin ileri gelenleri tarafından yoğun bir propaganda yürütüldü. Hicaz bölgesinde ise Muaviye bizzat kendisi 1000 kişilik askerî birlikle hareket ederek insanları kerhen de olsa biate zorladı. Hz. Hüseyin ve onun gibi biatten uzak duran şahsiyetler, ya Kâbe civarı gibi baskı yapılamayacak mübarek mekânlara sığınarak kendilerini kurtardılar veya biat zorlaması karşısında kerhen sükût ettiler. 60 (680)’da Muaviye öldükten sonra Yezid’in yönetime geçme süreci bu şartlarda başlamış oldu.
Bu safhada Medine valisine verilen talimatla Hz. Hüseyin üzerinde hemen biat baskısı kuruldu. Bu karışık ortamda takip altında şiddete maruz kalmaktan çekinen Hz. Hüseyin, o günlerde bir gece Medine’den Mekke’ye gitmek üzere yola koyuldu. Abdullah b. Zübeyr (r.a.) de aynı şekilde Mekke’ye gitti (60/680-Recep/Mayıs). Fakat bu şahıslar Mekke’de de rahat bırakılmadılar; Benî Ümeyye yöneticileri, biat vermeleri doğrultusunda kendilerine baskı yaptılar. Hz. Hüseyin ve onun gibi baskıya boyun eğmemekte kararlı olan diğerleri Harem-i Şerif’e giderek Beytullah’a sığınmak suretiyle baskıyı kırmayı düşündüler. Tabii ki Beyt-i Şerif’e sığınma, limitsiz ve sınırsız olarak sürüp gidemezdi. Bu, biatten uzak durmak için geçici bir çözümdü. Biat hususunda yakın takibe alınanlar arasında ehlibeytin ileri gelenlerinden olması itibariyle sahip olduğu şöhreti dolayısıyla en çok etkilenen kuşkusuz Hz. Hüseyin’di; dolayısıyla söz konusu takip ve tazyikin zararlarından hem kendisini hem de aile fertlerini nasıl kurtarabileceğini yoğun bir şekilde düşünmeye, bu hususta yakınlarıyla ve sevenleriyle istişareler yapmaya girişti. İşte tam da bu sıralarda Kûfelilerden mektuplar gelmeye başladı. Kaynaklardaki ifadeye göre heybeler dolusu mektuplarda Hz. Hüseyin, Kûfe’ye davet ediliyordu. Bununla beraber o, bu hususta acele etmedi, amcasının oğlu Müslim b. Akîl’i elçi olarak meselenin içyüzünü öğrenip kendisine bir rapor göndermesi için Kûfe’ye gönderdi (60/680 - Şevval/Temmuz).
Müslim, Kûfe’ye ulaştı ve eşraftan Hani b. Urve el-Murâdî’nin misafiri oldu, Kûfelilerle görüştü. Rivayete göre yirmi bini aşkın mühim bir kitle Hz. Hüseyin’i hararetle davet ediyorlar ve şehre gelmesini bekliyorlardı. Güya: “Hz. Hüseyin’i içtenlikle davet ettiklerini söylüyorlar; onu kucaklamaktan, geçmişte yakınlarına karşı gösterdikleri ihmallerin acısı içinde ezilmekten, bu durumda şimdi Hz. Hüseyin’e karşı vefa göstermekten, sahiplenmekten” bahsediyorlardı. Bu durum karşısında Müslim b. Akîl, gördüklerine ve işittiklerine bakarak çok sayıda kişinin Kûfe’de kendisini hararetle beklediğini Hazreti Hüseyin’e bir rapor olarak iletmek durumunda kaldı.
Hz. Hüseyin, Basralılara da bir elçi ve mektup göndererek onlardan da “haktan yana bir tavır ve zulme karşı bir duruş beklediğini” ifade etmişse de şehrin valisi (İbn Ziyad) derhal elçiyi öldürttü ve yerine kardeşini vekil bırakarak Kûfe’ye gitti; varır varmaz gerek Müslim’i gerekse onu himaye eden Hani b. Urve’yi idam ettirerek Kûfelilere gözdağı verdi.
Hz. Hüseyin, Basra’ya ve Kûfe’ye gönderdiği elçilerin başına gelenlerden habersizdi. Buna karşılık, öldürülmeden önce Müslim’in düzenleyip gönderdiği davetkâr rapor, Hz. Hüseyin’in elindeydi; elindeki mevcut rapordan yola çıkarak bundan sonra ne yapması gerektiğini yakınlarıyla istişare etti. Bu noktada Abdullah b. Ömer b. el-Hattab (r.a.), Abdullah b. Abbas (r.a.) ve Ebu Said el-Hudrî (r.a.) gibi Hz. Hüseyin’i, -Rasul-i Ekrem’in ehlibeytinden kıymetli bir emanet olduğu için- samimi hislerle seven çok sayıda seçkin sahabi, ona ve yakınlarına (ehlibeyte) bir zarar gelir endişesiyle bu yola düşmemesi ve Hicaz’ı terk etmemesi gerektiğinde ısrar ettiler.
Ama onun Kûfe’ye doğru yönelişinin asıl sebebi, üzerinde kılıç gibi dolaşıp duran Yezid yönetiminin şiddet ve baskısından uzaklaşmaktı. Yola çıkmakta kendisini cesaretlendiren ise mektuplarda Kûfelilerin beyanlarını destekleyen ifadelerle Müslim’in raporunda yer alan değerlendirmelerin paralelliğiydi. Hayalinde ise “İradelere baskının olmayacağı, Kisra-Kayser yöntemini andıran tiranlıktan uzak, re’ye (özgür iradeye) önem verileceği, İslam’ın insan hayatına getirdiği hak ve adalet ölçülerinin sosyal hayata yansıyacağı bir idarî hayat” vardı.
Hz. Hüseyin, artık, (60/680 Zilhicce/Eylül) tarihi itibariyle, dönüşü olmayan bir yola girmiş bulunuyordu. Hz. Hüseyin, gelmekte olduğu haberini Kûfelilere ulaştırmak üzere Kays b. Müshir’i özel ulak olarak yolladıysa da Benî Ümeyye idarecileri derhal onu da yakalayıp ağzından Hz. Hüseyin’i küçük düşürecek bir söz almaya çalıştılar. Muvaffak olamayınca da sarayın burcundan atmak suretiyle vahşice öldürdüler.
Hz. Hüseyin, es-Sa’lebiyye mevkiinde Müslim (r.a.)’in öldürüldüğü haberiyle sarsıldı. Bu gelişme üzerine derin bir analiz neticesinde geri dönmenin daha yararlı olacağı söylemi kafilede konuşulmaya başlandı. Ne var ki Akîloğulları, Müslim’in öldürülmesinin acısı içinde asla geri dönmeyeceklerini ısrarla söylüyorlardı. Dolayısıyla yola devamdan başka bir alternatif kalmıyordu. Bunun üzerine Hz. Hüseyin, sütkardeşi Abdullah (r.a.)’ı elçi yollayıp son gelişmelerden haberdar olmayı denedi. Fakat onun da akıbeti Müslim ve Kays b. Müshir (r.a.)’den farklı olmadı, o da hunharca öldürüldü. Hz. Hüseyin, bütün bunları, yolculuğun ileri safhalarında Uzeybetü’l-Hicanat’da öğrenecek ve ızdırapla sarsılacaktır.
Bu süreçte Kûfe valisi Ubeydullah b. Ziyad, Hz. Hüseyin’i durdurmak için Husayn b. Numeyr’i, o da 1000 kişilik atlı emniyet gücü ile Hürr b. Yezid’i görevlendirdi. Hürr’ün görevi, kafileyi çevre ile irtibatı olmayan, su-erzak temininin zor olacağı bir yerde tutmak ve sonuçta Hz. Hüseyin’i valiye teslim etmekti.
Ama Hz. Hüseyin’in valiye ve onun vasıtasıyla Yezid’e teslim olup biat ve itaat vermesi mümkün değildi. Çünkü ona göre ortada bir zulüm ve bu zulmü işleyen zalimler vardı. Zulme seyirci kalan, zalime destek vermiş olurdu. Benî Ümeyye, şeytanın yoluna uyarak fitne-fesadı yaymış, helal-haram ölçülerini silmişti. Birinin bunu düzeltmek için yola çıkması gerekiyordu. “Kim ahdini bozarsa kendi aleyhine bozmuş olur”du. (Fetih, 10.)
Bu durum karşısında Hürr, kafileyi ikinci bir emre kadar Kûfe ve Hicaz yolları dışında başka bir istikamete sevk etti. Üst yönetimden gelen haberler değişmediği ve Hz. Hüseyin için bir serbestlik öngörmediği için nihayet kafile, su ve erzak temininde, ayrıca çevre ile irtibatta zorluk çekilecek bir yerde konaklamaya zorlandı. Burası, Kerbela idi. (2 Muharrem 61/2 Ekim 680)
Bu arada Rey valiliğinden vazgeçemeyen Ömer b. Sa’d b. Ebî Vakkas, yakın akrabasının onay vermemesine rağmen, valilikçe emrine verilen 4000 kişilik askerî birlikle Hz. Hüseyin’in hakkından gelmek sorumluluğuyla Kerbela’ya intikal etti. Ömer b. Sa’d, ikbal için düştüğü yolda Hz. Hüseyin’i ikna ederek fazla yara almadan meselenin içinden çıkmak istiyordu, fakat Hz. Hüseyin’in biatini boş yere bekleyecekti. Biat etmezse başına felâketler gelebileceği söylemi de sonucu değiştirmeyecekti.
Bu gelişme üzerine Ömer b. Sa’d, valinin isteğine uyarak Hz. Hüseyin’in adamlarıyla nehir arasına 500 askerini yerleştirmek durumunda kaldı. Hz. Hüseyin’in şehadetine üç gün kala, Benî Ümeyye ordusunun İbn Ziyad’a uyarak yaptığı bu işten sonra kafile su problemi yaşamaya başladı. Üstelik kafilede kadınlar ve çocuklar da vardı.
Bu şartlarda Hz. Hüseyin, Ömer b. Sa’d’a üç alternatifli bir teklif yaptı: “Hicaz’a dönmeye izin verilmeliydi, Şam’a gidip Yezid’le bizzat görüşmesine imkân verilmeliydi veya bir sınır şehrine gitmeye müsaade edilmeliydi, bu takdirde oralarda ömrü boyunca din hizmetlerini yerine getirme gayreti içinde olurdu.”
Ömer b. Sa’d b. Ebî Vakkas, bunlardan birinin gerçekleşebileceği ümidiyle Hz. Hüseyin’in taleplerini derhal valiye ulaştırdı. Fakat valinin yanında bulunan Şemir b. Zilcevşen, valiyi son derece tahrik etti ve Ömer’in onunla gece yarısı gizlice görüşerek Hüseyin’e tolerans gösterdiğini îma etti.
Bunun üzerine vali, Ömer b. Sa’d’a gönderdiği yazıda Hz. Hüseyin ve adamlarının alternatifsiz olarak biatinde ısrar ediyordu. Üstelik emre uyma hususunda Ömer b. Sa’d’ın nasıl davranacağı da valinin adamlarınca izlenecekti. Valinin ve yakın çevresinin bu konuda hiç de müsamahakâr davranmayacağı anlaşılıyordu. Esasında Ömer b. Sa’d, Hz. Hüseyin’in isteklerinden birinin gerçekleşmesiyle problemin şiddete başvurulmaksızın çözülmesinden yana idi. Ama validen gelen talimat farklı bir şey söylüyordu. Hz. Hüseyin ve adamlarının kesin olarak biati isteniyordu, biat vermeyenlere zor kullanılacaktı.
Ömer b. Sa’d’ın durumu iletmek üzere birkaç askerle Hz. Hüseyin’e doğru yürüdüğü dakikalarda o, kılıcına dayanmış vaziyette hafifçe uyumuş ve rüyasında dedesini (Hz. Peygamber’i) görmüştü, Rasul-i Ekrem (s.a.s.) ona kendi yanına gelmekte olduğunu söylüyordu. Kız kardeşi Zeynep (r. anha), bunu Hazreti Hüseyin’in ölümünün yaklaştığı tarzında yorumlayarak “Vay başımıza gelen!” diye feryat etmişse de Hz. Hüseyin onu teskin etti ve kendisine doğru gelmekte olan Ömer b. Sa’d başkanlığındaki heyetle görüşmek üzere kardeşi Abbas başkanlığında bir heyeti gönderdi. Ömer, onlara validen gelen mektubun muhtevasından bahisle vaziyetin Hz. Hüseyin’e haber verilmesini rica etti. Abbas, karşı tarafın rahatsız edici haberlerini Hz. Hüseyin’e arz edince durumun nezaket ve vehametini anlayan Hz. Hüseyin, Abbas’ı tekrar göndererek Ömer b. Sa’d’dan dokuz muharremi on muharreme bağlayan gece sabaha kadar mühlet istedi; geceyi, ibadetle, Kur’an’la, zikir, dua, tövbe ve istiğfarla geçirdi. Öte yandan o gece -daha önce de yaptığı gibi- aile yakınlarının geri dönmelerinde ısrar ettiyse de hiçbiri bu teklifi kabul etmedi. Bunun üzerine çadırlar birbirine yaklaştırıldı, kadın ve çocuklar çadırlara yerleştirildi. Erkekler de çadırların çevresinde mevzilendiler.
Hz. Hüseyin, 10 Muharrem sabahı, karşısındakilere dedesinden, şehitlerin efendisi Hz. Hamza’dan, Mute şehidi Hz. Cafer-i Tayyar’dan, ehlibeyt hakkında varit olan nebevî müjdelerden bahsetti. “Ben, Fâtıma’nın has oğlu değil miyim?” dedi. Kûfelilerin mektuplarına değindi. Fakat karşısında kadir bilmez, dünya çıkarına boyun eğmiş, ikbal ve şöhreti tercih etmiş nadan bir topluluk vardı. Sadece Hürr b. Yezid, Hz. Hüseyin’e gelip özür diledi, onun yanında kaldı ve hiç ayrılmadı. Hürr, çok cesur bir adamdı. Çevresindekiler onu kınasalar da o, “Yemin olsun ki, öz canımı cehenneme atacak değilim! Elbette cennete girmeyi arzu ediyorum!” diyerek hangi safta, niçin durduğunu anlatmaya çalıştı.
Bu şartlarda çarpışma başladı. Çarpışmalarda karşı tarafın acımasızlığı had safhada idi ve giderek şiddetlenmişti. Tabii ki Hz. Hüseyin’e karşı asla insaf ve merhametle bağdaşmayan orantısız güç kullanılıyordu.
Bu süreçte Hz. Hüseyin cephesinde çok sayıda şehit verildi. Bu acılara şahit olan Hz. Hüseyin, Yüce Allah’a şöyle yakarıyordu: “Allahım! Eğer gökten bir zafer ihsan etmeyeceksen, bunu daha hayırlı bir şeyin sebebi kıl ve bu zalimlerden sen intikam al!”
İleri safhalarda, çarpışmanın Hz. Hüseyin çevresinde yoğunlaştığı görülüyordu. Hz. Hüseyin susuzdu; Fırat’a doğru kılıç salladı, oğulları Ebu Bekir, Abdullah, Cafer, Osman gözleri önünde şehit düştüler. Hüseyin Fırat’a yaklaştı, fakat Husayn b. Numeyr’in attığı bir ok, boğazına isabet etti. Hz. Hüseyin, Allah Rasulü (s.a.s.)’nün torununa bunu reva görenleri Hak Teala Hazretlerine şikâyetle çadırlara döndü.
Bu esnada Emevi ordusunun komutanları arasında acımasızlığıyla tanınan Şemir, yaklaşık on adamıyla Hz. Hüseyin ailesinin bulunduğu çadırı kuşattı. Adamları da çil yavrusu gibi Hz. Hüseyin’e saldırdılar. Hz. Hüseyin, yaralı bir ceylan gibi yere düştü, şehadet şerbetini içti. Sinan b. Enes en-Nahaî, başını keserek Kûfe’ye götürülmek üzere Havaley’e verdi. (10 Muharrem 61/10 Ekim 680.)
Bu sırada Hz. Hüseyin 57 yaşındaydı, bedeninde 33 mızrak, bir o kadar da kılıç yarası vardı. Yirmi üçü ehlibeytten olmak üzere 72 şehit vardı. Karşı taraf 88 kayıp vermişti. Benî Ümeyye ölüleri defnedildi, şehitler ise meydanda bırakıldı. Benî Ümeyye ordusu oradan ayrıldıktan sonra Benî Esed’den Gâdiriyye köylüleri gelip şehitleri defnettiler. Ömer b. Sa’d, ehlibeytten geri kalanları ve Hz. Hüseyin’in kesilmiş başını getirip İbn Ziyad’a teslim etti, o da Şam’da bulunan Yezid’e gönderdi. Rasul-i Ekrem (s.a.s.)’in bu aziz torununa reva görülen muamele, doğrusu anlaşılır gibi değildi, hüzün verici ve göz yaşartıcıydı.
Bütün bu olup bitenden anlaşılıyor ki, hadisenin cereyan ettiği dönemde iktidarı elinde tutanlar, Hz. Hüseyin’in meselesini, davasını, yürüyüşünü anlama konusunda ciddi bir çaba göstermemişler ve ona karşı güç kullanmaktan başka bir şey düşünmemişlerdir. Ne yazık ki iktidarı oluşturanların basiretsizlikleri ve duyarsızlıkları neticesinde ortaya bir facia çıkmıştır.
Hz. Hüseyin ne yapmıştır?
Hz. Hüseyin, İslami değerlere uymayan, önceki yöneticilerin uyguladığı İslam siyaset geleneğine ters düşen, tahribatı tüm toplum kesimlerini ve Müslümanların gelecek yüz yıllarını kapsayacak olan bir yanlışlığa hak ve adalet duygusuyla karşı çıkmış ve davası uğrunda şehit düşmüştür.
Bize düşen, Sünni olsun Alevi olsun bir Müslüman olarak Sevgili Peygamberimiz’in dünyadaki reyhanlarından/çiçeklerinden bir çiçek ve cennet gençlerinin beyefendisi olan ehlibeytin göz bebeği Hz. Hüseyin’in şehadetinin manasını, onun haksızlığa karşı çıkışındaki şuuru kavramak ve -kendisinin de dediği gibi- davası uğruna canını feda etmesinin Müslümanlara muhabbet ve birlik-beraberlik olarak dönmesini sağlamaktır. Nitekim ölmeden önce onun son sözlerinden biri anlam itibariyle (yaklaşık olarak) şöyledir:
“Yüce Rabbim! Gökten merhametinle bana güç kuvvet indirerek düşmanlarıma beni galip getirmeyeceksen, şehadetimi Muhammed ümmetinin hayrına, kurtuluşuna vesile kıl. Haksızlığa, zulme, dayatmaya karşı, hak adına yürüdüm. Gerekirse bu uğurda canımı vereyim. Eğer galip gelemeyeceksem, sırtım yere düşecekse hak dava uğruna akan kanımı bir hayrın, Müslümanların bir silkinişinin, bir güçlenmesinin sebebi kıl!”
İşte Hz. Hüseyin’in vefatından önce tüm Müslümanlara mesaj niteliğinde söylemiş olduğu bu sözler, kıyamete kadar gelecek tüm Müslümanlar için derin anlamlar taşımaktadır. Evet, bu mesaj gerçekten çok önemlidir. Zira Hz. Hüseyin bu sözüyle bizzat bize Kerbela’yı nasıl anlamamız gerektiğini açıklamaktadır.
Her Müslüman, Yezid’e karşıdır, Hz. Hüseyin’in davasındaki samimi mücadelesini muhabbetle desteklemekte ve Peygamber Efendimizin aziz torununa gönül bağlamaktadır. Milletimiz, ehlibeyt sevdalısıdır; tekrar söyleyelim ki milletimiz içinde Yezid taraftarlığı tarihin hiçbir döneminde olmamıştır, bugün de yoktur. Dolayısıyla Kerbela konusunu bütünleşmenin dinamik bir unsuru sayacakken, kör bir gadap ve hiddetle yola çıkıp kaba saba ithamlara basamak yapmak, hiçbir zaman tasvip edilemez. Bu yüzden diyoruz ki, Hz. Hüseyin Efendimize reva görülen muamele sebebiyle ağlamak ne kadar muhteremse, bu acıklı hadiseyi doğru okuyup doğru anlamak, doğru sonuçlar çıkararak ibret almak ve toplumun bütünleşmesine vesile kılmak da o derecede hatta daha ziyade önem taşımaktadır.
İnanıyorum ki, Allah Rasulü’nün mümtaz torunu Hz. Hüseyin’in bizden beklediği ve istediği de budur. Bu olayda sevgi, saygı, hakka, hukuka riayet, insana hürmet, insanın fikrine önem vermek, dinlemek, anlamak yok olmuştur! Dolayısıyla bizler, İslam toplumunda insanlar arası ilişkilerde kaybolan bu değerleri öne çıkarmalıyız. Bu vesile ile ifade etmek gerekir ki, her yıl muharrem ayında Kerbela Faciası’nı, acıların tazelenmesi, yaraların yeniden açılması için değil; Hz. Hüseyin Efendimizin uğrunda canını feda ettiği hak, adalet, rahmet, merhamet, müsamaha ve şefkat duygularının yeniden ihyası ve her meslekteki insan ilişkilerine yeniden yansıması için anmalıyız!
Evet… Keşke Hz. Hüseyin’in başına bu hadise gelmeseydi, bu acıyı her yıl yeniden yaşamasaydık, ama bu da bir ibret olarak ortaya çıkmıştır. Çünkü Hz. Hüseyin haksızlığa karşı bir ışık yakmıştır, zalime karşı direnmiş ve doğruluk adına samimi bir yürüyüş içinde olmuştur. Belki muvaffak olamamıştır ama tarihe bir referans ve ibretli bir dipnot koymuştur. Hak ve adalet adına cesur davranmanın, hak ve adalet adına ayakta durmanın bir modeli ve örneği olarak Hz. Hüseyin en önlerde, en yüksek mevkilerdedir.
Allah Teala, Habib-i Kibriya Efendimiz’in bu muhabbetli torununa rahmet etsin ve sevenlerini şefaatine eriştirsin!