30 Ekim 2014 Perşembe

BAKARA 243 ayete : binlerce kişi iken ölüm korkusuyla beldelerinden çıkanlara bakmazmısın ALLAH da onlara ölün dedi  sonra da onlara bir hayat verdi muhakkak ki ALLAH insanlara karşı ikram ve ihsan sahibidir ancak insanların pek cogu şükretmiyorlar 244 o halde allah yolunda çarpışın ve ALLAH ın her şeyi işiten ve bilen olduğunu bilin 245 hani kim var ALLAH a güzel bir borç sunacak da ALLAH da (buna karşılık )onu ona kat kat verecek  ALLAH hemde sıkar hem de açar döndürülüp ona götürüleceksiniz
bakara süresi ayet 239 da : eger bir korku içindeyseniz (namazı) yaya veya binek üzerinde giderken kılın güvenlik bulduğunuz zaman da böyle bilmediğiniz şeyleri size öğrettiği gibi hemen ALLAH I zikredin 240 AYETE :içinizden eşlerini arkada bırakarak vefat edecek olanlar eşleri için senesine kadar (evden ) çıkarılmaksızın geçimlerini sağlanmasını vasiyette bulunmak vardır . bunun üzerine kendileri çıkarlarsa kendi haklarında yaptıkları meşur bir hareketten dolayı size bir sorumluluk yoktur ALLAH herşeye gücü yetendir yaptığını sağlam yapan ve yaptığında bir hikmet  bulunandır 241 ayete : boşananlarında güzel bir şekilde faydalandırılmaları haklarıdır (bu haklarını verme ) ALLAH tan korkanlardan bir görevdir 242 işte akıllarınız ersin diye ALLAH size ayet lerini böyle açıklıyor

24 Ekim 2014 Cuma

HAZRETİ HÜSEYİNİ RAHMETLE ANIYORUZ MUAREM  AYI GİRMİŞ BULUNMAKTADIR TÜM İNSANLIK ALEMİNE HUZUR VE DÜZEN GETİRMESİNE VESİLE OLSUN İNŞALLAH AMİN

Hz. Hüseyin Hayatı Hz. Hüseyin'in Yaşamı


Hz. Peygamber (s.a.s)'in Hz. Fatıma (r.anha)'dan torunu, Hz. Ali ve Hz. Fatıma'nın ikinci oğlu. Hicretin dördüncü yılı Şaban ayının beşinde dünyaya geldi.

Hz. Hüseyin'in ismini Peygamber Efendimiz koydu. Hz. Hüseyin doğduğu zaman, Cebrail (a.s) gelip "Ya Muhammed! Rabbin sana selâm söylüyor. Oğluna, şu Harun'un oğlunun ismini koy diyor" dedi.

Peygamber Efendimiz "Ey Cebrail: Harun'un oğlunun ismi nedir?" diye sordu.

Cebrail (a.s) "Şebir" dedi.

Peygamberimiz "Benim dilim, Arapça:" buyurdu.

Cebrail (a.s) "Öyle ise, bunun Arapça karşılığı olan Hüseyin ismini koy" dedi (Diyar bekrî, el-Hamîs, 1,471).

Hz. Hüseyin, Hz. Peygamber (s.a.s)'e çok benziyordu. Hz. Ali (r.a) "Hasan, Rasûlüllah'a göğsünden başına kadar olan kısmında, Hüseyin de bundan aşağı olan kısmında çok benzerdi" (Ahmed b. Hanbel Müsned, 1, 108) demişlerdir.

Hz. Peygamber (s.a.s) Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (r.a)'a son derece düşkün olup onları çok severdi. Onların hakkında,

"Allah'ım: Ben, bunları seviyorum. Sen de sev bunları" (Tirmîzî Sünen V, 661).

"Hasan ve Hüseyin, benim dünyada kolladığım iki reyhanimdir" (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 288);

"Hasan ve Hüseyin'i seven, beni sevmiş, onlara kin tutan da bana kin tutmuştur" (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 288);

Peygamber Efendimiz (s.a.s) Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'in gönüllerince oynayıp eğlenmeleri için onlara eşlik eder, bir çocuk gibi onlarla oynardı. Hz. Hüseyin, Rasûlüllah (s.a.s)'dan deve olmalarını istediklerinde hemen yere eğilir ve onları mübarek sırtına alırdı. Arkasından da "Bundan güzel deve olabilir mi?" buyururlardı.

Peygamber Efendimiz, bir gün, cenazelerin konulduğu yerde oturuyordu. Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin, güreşmeye başladılar. Peygamber Efendimiz gülerek "Ha gayret Hasan; Göreyim seni, yakala Hüseyin'i!" diyerek Hz. Hasan'ı kayırınca, Hz. Ali: "Yâ Rasûlüllah: Sen Hüseyin'i kayırmalı değil miydin? Hasan daha büyüktür" dedi. Peygamberimiz "Baksana Cebrail'de, Hüseyin'e: (Ha gayret Hüseyin göreyim seni) diyor." buyurdu (Zehebî, Siyer Alâmü'n-Nübelâ, 111, s. 190-191).

Hz. Peygamber (s.a.s) torunlarından olan Hz. Hüseyin'in çocukluk yılları Peygamberimizin otağından geçmiştir. Rasûlüllah'ın eğitiminden yetişip imanı yudumlaya yudumlaya büyüyen Hz. Hüseyin'in sonu da şehadet ikliminde gerçekleşmiştir. İnsanın hayatında Allah ve Rasûlü'nün hükmünden başka hiç bir hükmün geçerli olamayacağını derinden kavramış olan Hz. Hüseyin, bu gerçeğe gölge düşürenlere zerre kadar meyletmemiş; bilakis destansı bir tavırla onların önlerine dikilmiştir.

Muâviye, hicretin altmışıncı yılında Recep ayının ortalarında Şam'da vefat etti. Muâviye'nin vefatından sonra Şamlılar Muâviye b. Ebi Sûfyan'ın oğlu Yezid'e bey'at ettiler.

Yezid'in iktidara geçmesi saltanat seklinde gerçekleşti. Yezid, kendisinin bu şekilde idareyi ele alışına başta Hz. Hüseyin olmak üzere pek çok Sahabe'nin rıza göstermeyeceğini, hatta şiddetli tepkilerle karşılayacağını biliyordu. İktidarı elden kaçırmamak için çok süratli davranıyordu. Hemen Medine valisi Velid b. Utbe b. Ebi Sufyan'a bir mektup gönderdi.

Mektubunda şöyle yazıyordu: "Mektubum sana geldiği zaman, Hüseyin b. Ali ile Abdullah b. Zübeyr'i buldur, onların bana bey'atlarını al! Eğer, bey'attan kaçınırlarsa, boyunlarını vur, başlarını bana gönder: Halkın da bey'atlarını al, Bey'attan kaçınanlar hakkında, Hüseyin b. Ali ve Abdullah b. Zübeyr hakkında olduğu üzere, hükmü yerine getir, Vesselam "

Yezidin; Medine valisine yazmış olduğu mektubunda Hz. Hüseyin'den ve ileri gelen sahabilerden bey'atlarını almasını, bu konuda gevşek davranmamasını istediği de kaynaklarda kaydedilir .

Yezid'in iktidarı ele almasından sonra Kûfeliler Hz. Hüseyin (r.a)'e mektuplar göndererek, onu dâvet edip, yanlarına geldiği takdirde kendisini Emirü'l-mü'minin ilan edeceklerini üst üste yazdıkları mektuplarda belirtmişlerdi. Ayrıca şu anda emirleri olmadığından cuma namazına çıkmadıklarını bildirmişlerdi.

Hz. Hüseyin, Medine'den Mekke'ye gidip buradan Küfelilerle haberleşmeye başlamıştı. Kûfelilerin durumunu kesin olarak anlamak için de amcasının oğlu Müslim b. Akil'i Kûfe'ye göndermişti. Müslim Kûfe'de durumun iyi olduğunu, insanların bey'at için hazır bulunduklarını bildiren bir mektup gönderdi. Hz. Hüseyin bu haberden sonra kesin karar verip Kûfe'ye gitme hazırlıklarına başladı.

Hz. Hüseyin Kûfe yolculuğuna hazırlanırken, Abdullah İbn Abbâs, bu yolculuktan vazgeçmesini ısrarla istemişti. Aynı şekilde Abdullah ibn Ömer ve tabiunun ileri gelen âlimlerinden İmam Şa'bî de Hz. Hüseyin'in Kûfe'ye gitmemesini istemişler, özellikle Iraklılara güvenilmeyeceğini vurgulamışlardı. Ama Hz. Hüseyin Kûfe'ye gitme konusunda kesin kararlıydı .

Yezid, Hz. Hüseyin'in Kûfe'ye doğru yol aldığını haber alınca, Kûfe valisini değiştirmiş, Basra valisi olan Ubeydullah ibn Ziyad'a ek bir görev olarak, Kûfe valiliğini de vermişti.

Ubeydullah b. Ziyad, Kûfe valiliğini de üstlenince ilk iş olarak Müslim b. Akil'i çok feci bir şekilde şehid etti.

Yezid, Kûfe valisi Ubeydullah b. Ziyad'a Hz. Hüseyin hakkında şu emri veriyordu:

"Şimdi sen, benim istediğim gibi olmakta devam ediyorsun. Yaptığını akıllı ve beceriklilere yaraşır bir biçimde yaptın. Sebatlı, azimli bir kahraman saldırışıyla saldırdın. Başkalarına ihtiyaç bırakmayıp bu işin üstünden geldin. Bana erişen habere göre: Hüseyin b. Ali, Mekke'den ayrılmış, senin tarafına doğru gelmekte imiş. O'na hemen casusları kavuştur. Yollara gözcüler dik. Olanca duruşla bunun üzerinde dur. Seninle çarpışmadıkça sakın kimse ile çarpışma. Her gün, olan bitenlerin haberini bana yaz."

Hz. Hüseyin'in Kûfe yolculuğu sürerken, gelen haberler hiç de iyi değildi. Müslim b. Akil'in şehid edildiği haberi bile kendisine ulaştığında artık geri dönmek mümkün değildi. Yol esnasında pek çok kişi Kûfe'ye gitmemesini, mutlaka geri dönmesi gerektiğini söylemişlerdi.

Bütün bu olumsuzluklara rağmen, Hz. Hüseyin büyük bir kararlılıkla Kûfe'ye doğru yol almaya devam ediyordu. Bu arada kendisi için tuzaklar kuruldu. Gelişen olumsuz olaylar nedeniyle, Hz. Hüseyin beraberindekilere "dileyen dönebilir, ben sizi yanımda zorla götürmek istemem" demişti. Ama hiç bir kimse ondan ayrılmadı (Zehebî- A'lâmü'n-Nübelâ, 111, 201-202).

Hz. Hüseyin, Hurr b. Yezid et-Temimî'nin kumandası altındaki bin kişilik Kûfe süvârî birliği ile karşılaştı. Hurr b. Yezid, Ubeydullah b. Ziyâd'ın emrine uygun olarak hareket ediyordu. Hurr, Ubeydullah'ın emri gereğince Hz. Hüseyin'i Kerbelâ'ya doğru sürükledi.

Ubeydullah b. Ziyad olayın ciddiyetini fevkalade kavramıştı. O sırada Merv valiliğine tayin edilmiş bulunan Ömer b. Sa'd Kûfe'de hazırlıklarını yapıyordu. Ancak Ubeydullah; Ömer b. Sa'd'ı Hz. Hüseyin'e karşı kullanmak istedi ve hemen ona emir vererek ordusuyla beraber Kerbelâ'ya gelmesini istedi. Ömer b. Sa'd, Hz. Hüseyin'in karşısına çıkmak istemiyordu. Bu durumu anlayan İbn Ziyad: "eğer, onunla çarpışmaya gitmeyecek olursan, seni Merv valiliğinden azleder, evini yıkar, boynunu vururum" (Zehebî aynı yer) diyordu.

Durum giderek vahimleşiyordu. Hz. Hüseyin bu durumun önüne geçmek ve kanların akıtılmasına meydan vermemek amacıyla Ömer b. Sa'd'a şu teklifleri yapmıştı: "Ey Ömer! Şu üç teklifimden birini kabul ediniz;

Bırakınız da ben, cihad etmek üzere, hudut boylarına gideyim. Yahut Yezid'in yanına varıp kendisiyle görüşeyim. Yahut dönüp Medine'ye gideyim" (Zehebî, A'lâmü'n-Nübela, 111, 208-209). Ama İbn Ziyâd bu teklifleri asla kabul etmiyor ve Hz. Hüseyin'i artık bırakmak istemiyordu.

Ömer b. Sa'd ise Hz. Hüseyin'e karşı her hangi bir saldırıda bulunmuyor ve günler böyle geçip gidiyordu. Ubeydullah b. Ziyâd, son emrini verdi. Ömer b. Sa'd'a yazdığı son emrinde şöyle diyordu:

"Ben seni, Hüseyin'le günler geçiresin, onun selâmet ve bekâsını dileyesin ve benim katımda onun şefâatçısı, kayırıcısı olasın diye göndermedim. Ona ve adamlarına hemen teklif et; hükmüme boyun eğsinler. Eğer, sana teslim olurlarsa, onu ve etrafındakileri bana gönder. Şayet kabule yanaşmazlarsa üzerlerine yürü. Çünkü, o asi ve şakidir."

Bu emirden sonra Hz. Hüseyin'e saldırılar başladı. Hz. Hüseyin'in yanındaki bir avuç mücahid ve Ehl-i beytten hanım ve çocuklar binlerce askerden oluşan orduya karşı büyük bir direnç gösteriyor ve bir bir şehadet şerbetini içiyorlardı. En son Hz. Hüseyin kahramanca savaştı ve almış olduğu otuzüç mızrak ve otuzdört kılıç yarasıyla bedeni toprağa yığılırken, ruhu şehidlerin ruhlarına karışıyordu.

Kerbelâ'da Hz. Hüseyin'in akrabalarından yetmişiki kişi şehid düştü. Adeta Ehl-i beyt, tümden imha edilmek istenmişti. Kufelilerden de seksensekiz kişi ölmüştü.

Hz. Hüseyin, Hicrî altmışbirinci yılın on Muharreminde şehid olmuştu. Şehid düştüğünde elliyedi yaşında idi.

Hz. Hüseyin'in şehadeti Ömer b. Sa'd'ı ve Yezid'i derin bir şekilde etkilemiş ve üzülmelerine yol açmıştı. Ancak bu üzülmelerin ne anlamı olabilirdi. Hz. Hüseyin'in şehadetine yol, açan öncelikle Yezid olmuştu.

Ebû Hüreyre (r.a.)

Mümtaz sahabiler arasında birisi vardı ki, gayret, dikkat ve azimde diğerlerin­den üstün olduğu, hayatının şahitliğiyle açıktı. Re­sû­lul­lah’ı bir gölge gibi takip ediyor, bütün hareket ve sözlerini tespit etme gayretiyle yanıyordu. Açlığa, su­suzluğa, işkence ve ıstıraba, imanın kalbine ve hakikatin aklına verdiği ışıltıyla hep sevap hep güzel nazarıyla bakıyordu.
Hz. Peygamber’in duasına mazhar olan bu eşsiz, fedakâr insan, bütün sahabilerin kendisine derin bir sevgi duydukları, nur yüzlü, yumuşak huylu sahabi, “Ebû Hüreyre” ismiyle anılan Abdurrahman’dı (r.a.).[1] Kıyamete kadar hükmü sürecek olan “hablü’l-metin”e ait dinî hükümlerin yarısına yakınını tespit edip nakletmek şerefi, Ebû Hüreyre Hazretleri’ne nasıp olacaktı.
Kedileri şefkatle sevdiğinden “kedicik babası” manasına gelen “Ebû Hüreyre” lakabını bizzat Re­sû­lul­lah’tan alan bu yüksek sahabi, Devs kabilesinin bir ferdi ve hattâ imandan nasibi olmayan biriyken bile güzel hasletler taşıyordu. Şef­katli ve merhametli, iyimser ve iyiliksever, insanların yardımına koşan, sevilen bir insandı.
Bu vasıfları ona, İslamiyet güneşinin tebliğcisi Hz. Peygamber’i tanıma ve onun neşrettiği hakikatlerin pervanesi olma ateşini vermişti. İçinde kabaran sevgi dalgaları, onu Hz. Peygamber’in doğduğu denizin sahiline sürükleyecekti. Fakat Ebû Hüreyre fakir, yetim ve kimsesizdi. Kalkıp Medine’ye gitmek bir hayli zordu. Ebû Hüreyre hep o günü bekledi. O kutsi ve mümtaz günü…
Nihayet o gün geldi. Kabilenin reisi Müslüman olmuştu. Tufeyl bin Amr’ın Müslüman olduğunu duyunca, Ebû Hüreyre sevinç çığlıkları atıyordu. Re­sû­lul­lah ile görüşüp biat etmek için sabırsızlanıyordu. Zamanın aydınlık olduğunu, onu tanıdıktan sonra anlayacaktı. Tufeyl bir gün, kavminden Müslüman olanları topladı, Medine’ye doğru yola çıktılar. 70-80 kişiydi bu mesut topluluk. Ebû Hüreyre, Medine’ye yaklaştıkça, artan bir heyecan hâlesiyle kuşatılmış ulvi heyecan ve ürpertiler yaşıyordu.
Nihayet Medine’ye vardılar. Oysa Hz. Peygamber, Medine’nin kuzeyindeki Şam ticaret yolu üzerinde bulunan ve Yahudilerin elinde olan Hayber’i fethe çıkmıştı. Hay­ber, Medine’ye sekiz gün uzaklıktaydı. Tufeyl bin Amr, yanındakilerle birlikte Hay­ber’e yöneldi.
Ebû Hüreyre, bir daha dönmeyeceği inkâr beldesi olan yurdundan ayrılışı ve hakikat güneşine yaklaşışıyla, imanın gerçek saadet ve huzurunu yaşamaya başlıyor gibiydi. Nur iklimine yaklaşmanın heyecanını, Arap şiirinin kuvvetli sesiyle belagatlaştı­rı­yor ve okuyordu.[2] Kavim Hayber’e vardığında savaş bitmiş, Hayber teslim alınmış, sıra ganimetlerin taksimine gelmişti. Şehadet getirerek Re­sû­lul­lah’a biat eden Devslilerin gelişi, Hayber mücahitlerinde bayramı ikileştirdi. Re­sû­lul­lah, gazilerin muvafakatini alarak, savaşa katılmadıkları hâlde Devslilere de ganimet dağıttı.
Ebû Hüreyre, işte bu mesut ve kutsi günden sonra, Re­sû­lul­lah’ın çevresinde bir pervane, bir gölge gibi hep dolaştı ve hep dinledi. Hz. Peygamber neredeyse, Hz. Ebû Hüreyre mutlaka orada olmayı dilerdi.
Hz. Ebû Hüreyre’nin, bir türlü İslamiyet’e girmeyen bir annesi vardı. Bütün derdi buy­du. Zaman zaman onu ziyarete gidiyor, tebliğ vazifesini yerine getiriyordu, fakat an­nesi Müslüman olmuyordu.
Bir gün annesine gitmişti yine. Biricik yakını olan annesinin zulmetler içinde kalması onu çok üzüyordu. Bu endişe ve üzüntüyle yanına vardığında, ondan yine üzüntü ve kederini şiddetlendiren sözler işitti. Kendisini dünyaya getiren ve şefkat bağıyla bağlı olan annesi, Hz. Peygamber hakkında uygun olmayan sözler, hakaretler sarf etti. Ebû Hüreyre’nin karşısında, bir yanda bağlandığı, mecnunu olduğu hakikat güneşi, diğer yanda kendisini dünyaya getirip zahmetlerle büyüten annesi vardı. Üzüntüsü sonsuzdu. Yanından ayrılırken, Hz. Peygamber’i seçmiş olmanın sevinci ve annesinden ayrılığın hüznüyle doluydu.
Sanki her şey hüznüne iştirak ediyormuş gibi mahzun ve ağlamaklı idi. Gözleri yaşla dolu olarak Re­sû­lul­lah’ın huzuruna geldi:
“Yâ Re­sû­lal­lah, annemi İslam’a davet ediyorum, ama bir türlü yanaşmıyor. Üstelik size karşı ağıza alınmayacak sözler sarf ediyor! Artık dayanamıyorum, n’olur annemin hidayete gelmesi için dua et…”
Re­sû­lul­lah dua buyurdular. Üzerine kederin yığıldığı Ebû Hüreyre, ubudiyetin sırrı olan duayla hafifliyordu. Eve tekrar gittiğinde kapıyı açık buldu. İçer­den su şakırtıları geliyordu. Annesinden başka kimse yoktu. Re­sû­lul­lah’ın duası kabul olmuş, annesi küfür ve zulmetin kirlerini silkelemiş, iman nuruyla pırıl pırıl, berrak ve tertemiz olmuş, şehadet getiriyordu: “Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammede’r-Re­sû­lul­lah.” Ebû Hüreyre, orada fazla duramadı, koşa koşa Re­sû­lul­lah’a geldi, sevinç içerisinde şöyle dedi:
“Müjdeler olsun, yâ Re­sû­lal­lah! Cenâb-ı Hak, duanı kabul buyurdu.”
Ebû Hüreyre, gözleri sevinç yaşlarıyla dopdoluydu. Bu sürur ve memnunlukla Re­sû­lul­lah’tan tekrar dua etmesini istedi:
“Yâ Re­sû­lal­lah, yine dua buyur da, Allah beni ve annemi bütün kadın ve er­kek mü­minlere sevdirsin.”
Re­sû­lul­lah, bu hakikat âşığı mübarek insanın isteğini kabul etti ve ellerini kaldırdı:
“Allah’ım! Şu kulcağızını ve annesini, kadın erkek bütün müminlere sev­dir.”
Ebû Hüreyre, “Bundan sonra artık beni sevmeyen kimse olmadı.”[3]diyor.
Ebû Hüreyre (r.a.) hadis öğrenme hususunda çok arzuluydu. Hiçbir sahabi bu hususta ona yetişemezdi. Onun bu arzusunu zaman zaman Peygamberimiz takdir ederdi. Bir defasında Re­sû­lul­lah’a (a.s.m.) “Kıyamet gününde sizin şefaatinizden en çok nasibi olan kimdir?” diye sordu. Peygamberimiz tebessüm etti ve şöyle buyurdu:
“Ey Ebû Hüreyre! Senin hadis hususundaki aşırı merakını bildiğim için bir baş­kasının bunu senden önce sormayacağını gerçekten tahmin etmiştim! Kıyamet günü şefaatimden en çok nasibi olan, kalbinden ‘Lâ ilâhe illallah.’ diyen kimse­dir.”[4] İşte bu arzu sebebiyledir ki, Ebû Hüreyre (r.a.) 5 bin 374 hadis rivayet ederek “en-çok hadis rivayet eden sahabi” unvanını kazandı. Bu kadar çok hadis rivayet et­mesinin sebep ve hikmetini kendisi şöyle anlatır:
“İnsanlar, ‘Hadislerin çoğunu Ebû Hüreyre rivayet ediyor.’ diyorlar. Allah’a yemin ederim ki, Kur’ân’da şu iki âyet olmasaydı hiçbir hadis nakletmezdim:
“’Biz kitapta insanlara iyice açıkladıktan sonra, indirmiş olduğumuz açık de­lilleri ve doğru yolu gizleyenlere gelince: Onlar, Allah’ın rahmetinden uzaklaş­tırdığı kimselerdir; lanet edebileceklerin hepsi onlara lanet eder.
“’Ancak tövbe ederek kendisini ıslah eden ve gizlediği hakikati açıklayanlar başkadır. Ben onların tövbesini kabul ederim. Çünkü Ben, tövbeleri çok kabul edici ve çok merhamet ediciyim.’”[5] Ebû Hüreyre daha sonra sözlerine devamla şöyle dedi:
“Muhacir kardeşlerimiz alış verişle, Ensar kardeşlerimiz de mallarıyla meş­gulken, şu Ebû Hüreyre karın tokluğuna Re­sû­lul­lah’a bağlanmış ve onların işit­mediğini işitip, duymadıklarını hıfzetmiştir.”
Ebû Hüreyre Hazretleri, bu mukaddes vazifeden dolayı asla iftihar duymayıp, bu hususta Allah tarafından istihdam edildiğine inanıyordu.
Nitekim önceleri ezberleme kabiliyeti kuvvetli değilken, Re­sû­lul­lah ile bera­ber olduktan sonra, onun duası hürmetine, duyduğunu kolayca ezberine alıyor ve unutmuyordu. Bir gün en büyük derdi olan unutkanlığını Re­sû­lul­lah’a şöyle arz ettiğini anlatır:
“Yâ Re­sû­lal­lah, senden çok hadis işitiyorum, fakat hafızamda fazla tutamadan çabuk unutuyorum, dedim. Bunun üzerine bana, ‘Hırkanı yay.’ diye emretti. Ben de yere serdim. Eliyle bir şey avuçlayıp içine koydu. Sonra, ‘Topla onu.’ de­di. Bu hadiseden sonra Resûlulah’tan duyduğum hiçbir şeyi unutmadım.”
Ebû Hüreyre (r.a.), aslında naklettiklerinin dışında Peygamberimizden daha birçok hadis ezberlemişti. Fakat Re­sû­lul­lah’tan duyduğu her şeyi herkese naklet­miyordu. Bunun sebebini kendisi şöyle anlatır:
“Allah’a yemin ederim ki, Re­sû­lul­lah’tan her işittiğimi size nakletseydim, Ebû Hüreyre mecnun oldu!’ diye beni taşa tutardınız!”[6] Hz. Ebû Hüreyre’nin üç-dört sene gibi kısa bir zamanda bu kadar çok hadis rivayet etmesinin sebebi, bütün hayatını Re­sû­lul­lah’a vakfetmesiydi. Günlerce aç kaldığı, sıkıntı ve meşakkat içinde yaşadığı hâlde, Re­sû­lul­lah’tan bir an bile ayrılmadı. Ondan İslam’ın yeni bir hükmünü, yeni bir emrini, yeni bir hakikatini duyabilmenin cehd ve heyecanı içinde yaşadı. O, dini öğrenmek uğruna çektiği açlık çilesini şöyle anlatır:
“Mescid-i Nebevî’ye gitmeyi düşünüyordum. Günlerce bir şey yememiştim. Mescidin kapısına vardığımda bir de ne göreyim? Bir grup sahabe, benden önce oraya gelmişler!
“Bana, ‘Ey Ebû Hüreyre, hayrola, niçin geldin buraya?’ diye sordular. Ben de geliş sebebimin ‘açlık’ olduğunu söyledim. Meğer onlar da aynı sebepten oraya gelmişler… Hep beraber Re­sû­lul­lah’ın huzuruna gittik. Re­sû­lul­lah, ‘Hayır ola? Bu saatte gelişinizin sebebi nedir?’ buyurdu. ‘Biz buraya açlığımızdan geldik, yâ Re­sû­lal­lah!’ dedik.
“Re­sû­lul­lah hemen bir tabak hurma getirdi. Her birimize ikişer tane vererek, ‘Şu iki hurmayı yiyin, üzerine de biraz su içiverin, sizi bugün idare eder.’ buyur­du.
“Herkes, verilen iki hurmayı yiyip, üzerine bir miktar su içti. Ben hurmanın birini yiyip diğerini sakladım. Durumu fark eden Re­sû­lul­lah, ‘Neden hurmanın birini yemeyip bıraktın?’ dedi. ‘Onu annem için ayırdım.’ dedim. Bunun üzerine Re­sû­lul­lah, ‘Onu da ye, sana iki hurma daha vereceğim.’ buyurdu.”[7] Ebû Hüreyre (r.a.), bununla ilgili başka bir hatırasını da şöyle anlatır:
Kendisinden başka hiçbir ilah olmayan Allah’a yemin ediyorum; öyle za­manlar olurdu ki, açlığın şiddetinden karnımı yere yapıştırırdım, bazen de açlıktan karnıma taş bağlardım!
Yine böyle bir gün, sahabilerin geçtikleri yol üzerinde oturmuştum. Ebû Be­kir (r.a.) uğradı. Ona, Allah’ın kitabından bir âyet sordum. Beni alıp evine götürür ve karnımı doyurur diye bekledim. Götürmedi. Sonra Ömer (r.a.) geçti. Ona da bir âyet hakkında fikrini sordum. Maksadım, karnımı doyurmasıydı. O da benim açlığımın farkına varamayıp geçip gitti. Daha sonra Ebû’l-Kâsım (a.s.m.) geldi. Beni görünce gülümsedi ve yüzümden durumumu anladı:
“Ey Ebû Hüreyre!” dedi.
“Buyur, yâ Re­sû­lal­lah!” dedim.
“Peşimden gel.” buyurdu.
Ben de kendisini takip ettim. Re­sû­lul­lah (a.s.m.) evine girdi. Ben de içeri gir­mek için müsaade istedim. Müsaade verdi, içeriye girdim. Re­sû­lul­lah (a.s.m.) bir bardak süt buldu. Ailesine, “Bu süt nereden geldi?” diye sordu.
“Filan kimse hediye getirdi.” dediler.
Daha sonra, “Ey Ebû Hüreyre!” dedi.
“Buyur, yâ Re­sû­lal­lah!” dedim.
“Suffe Ashâbı’na git ve onları davet et. Onlar, Müslümanların misafirleridirler. Onların ne mal mülkleri ne de aileleri vardır.” buyurdu.
Peygamberimize (a.s.m.) bir sadaka geldiği zaman onlara gönderir, kendisi­ne bırakmazdı. Hediye geldiği zaman da onlara haber gönderir, kendisi de bir miktar alır, gerisini onlara verirdi. Ehl-i Sûffe’yi davet etmesi hoşuma gitme­di!
“Bu süt, Suffe ehline çok az gelir. Hâlbuki ben buna daha çok muhtacım! Bi­raz içip derman bulsaydım… Şimdi onlar gelecek. Re­sû­lul­lah bana emredecek, ben de bu sütü onlara ikram edeceğim. Neticede bana ya kalacak, ya kalmaya­cak!” diye düşünüyordum. Ancak Allah ve Resûlüne itaatsizlik edemezdim. Gi­dip onları davet ettim. Geldiler. İçeri girmek için izin istediler. Re­sû­lul­lah da (a.s.m.) onları içeri buyur etti. Eve girip yerlerini aldılar.
Peygamberimiz (a.s.m.), “Ey Ebû Hüreyre!” dedi.
“Emret, yâ Re­sû­lal­lah!” dedim.
“Sütü al, onlara ikram et!” dedi.
Bardağı aldım ve sırayla dağıtmaya başladım. Birine verince, kana kana içi­yor, sonra bardağı bana veriyordu. Bu şekilde Peygamberimize (a.s.m.) kadar geldim. Orada bulunanların hepsi kana kana içmişti. Peygamberimiz (a.s.m.) bardağı aldı ve elinde tutarak bana baktı. Gülümseyerek, “Ey Ebû Hüreyre!” de­di.
“Emret, yâ Re­sû­lal­lah!” dedim.
“Sen ve ben kaldık.” dedi.
“Doğru, yâ Re­sû­lal­lah!” dedim.
“Otur ve iç.” diye emretti. Oturup içtim.
“Yine iç.” diye emretti. Oturup içtim.
“Yine iç.” dedi. Tâ, “Hâyır, seni hak ile gönderen Zata yemin ederim ki, artık içecek hâlim kalmadı!” deyinceye kadar “İç, iç.” demeye devam etti.
En sonunda, “Bana ver.” dedi. Bardağı kendisine verdim. Allah’a hamd edip Besme­le çekti ve kalan sütü de kendisi içti.[8] Ebû Hüreyre (r.a.), Re­sû­lul­lah’ın vefatından sonra da hadisle meşgul olmaya devam etti. İnsanlara İslamiyet’i öğretmekten ve onları ilme teşvik etmekten bir an bile geri durmadı. Bir defasında Medine çarşısının ortasında durmuş, yana yakıla bağırıyordu:
“Ey çarşıdakiler! Sizi şuraya gitmekten alıkoyan nedir?”
“Nereye, ey Ebû Hureyre?” dediler. Hz. Ebû Hüreyre:
“Şurada Re­sû­lul­lah’ın mirası paylaşılıyor, siz ise hâlâ burada duruyorsunuz! Gidip payınıza düşeni almayacak mısınız?” diye cevap verdi. Sahabiler büsbütün merak içinde kalmışlardı:
“Re­sû­lul­lah’ın mirası nerede paylaşılıyor? Söyleyecek misin, yâ Ebâ Hürey­re?” diye sordular. Hz. Ebû Hüreyre “Mescitte!” diye cevap verdi.
Bunun üzerine, çarşıdan kalabalık bir topluluk mescide doğru koşarak gitti­ler. İçeri girip baktılar. Bir mirasın paylaşıldığını gösteren bir işaret göremedi­ler. Hz. Ebû Hü­reyre ise onların dönüp geleceğini bildiğinden, çarşıda bekliyor­du. Nitekim biraz daha kızgın vaziyette dönüp geldiler. Hz. Ebû Hüreyre, “Ne oldu, göremediniz mi?” diye sordu. Gelenler, “Ey Ebû Hüreyre! Mescide git­tik, içeri girdik, fakat paylaşılan bir şey göremedik!”
Hz. Ebû Hüreyre, “Mescitte hiç kimse görmediniz mi?” diye sordu.
“Evet, gördük. Bir kısmı namaz kılıyor, bir kısmı Kur’ân okuyor, bir kısmı da helal ve haramdan bahsediyordu.” diye cevap verdiler.
Hz. Ebû Hüreyre nihayet sözünü bağladı:
“Yazıklar olsun size! İşte, Re­sû­lul­lah’ın mirası budur!”
Ebû Hüreyre (r.a.) vefat hastalığına yakalandığında birçokları bu büyük sahabinin ziyaretine gelmişlerdi. Ebû Hüreyre’nin (r.a.) ağladığını görünce, niçin ağladığını sordular. Şöyle cevap verdi:
“Dünyadan ayrıldığım için ağlamıyo­rum. Çıkacağım yolculuğun uzunluğuna, buna rağmen azığımın azlığına ağ­lıyorum! Bu yolculuk neticesinde cennete mi gideceğim, yoksa cehenneme mi? Bunu da bilmiyorum. Ona ağlıyorum.”
Bu bahtiyar sahabi Hicret’in 58. yılında 78 yaşındayken vefat etti. Onun vefatı bütün Müslümanları derinden üzdü.
Son olarak, Ebû Hüreyre’nin (r.a.) rivayet ettiği hadislerden bazılarını nakle­delim:
“Olgun mümin, ahlakı en güzel olandır. Ahlak bakımından en iyi olanınız da, aile fertlerine iyi davrananınızdır.”[9] “İnsanların en kötüsü, şunlara bir yüzle, bunlara da başka bir yüzle davranan ikiyüzlü kimsedir.”[10] ”Hasetten, kıskançlıktan sakının; çünkü ateşin odunu yakıp bitirdiği gibi, haset de iyi­likleri yok eder.”[11] “Merhamet duygusu ancak vicdansız ve zalim kimselerin kalbinden çıkarıl­mış­tır.”[12] “Başkalarına suizan etmekten sakınınız. Çünkü suizan, yalan sözdür. Birbi­rinizin eksikliğini görmeye ve işitmeye çalışmayınız. Birbirinizin hususi ve mahrem hayatını da araştırmayınız. Dünya menfaati için hırs gösterip yarışma­yın. Birbirinizden nefret etmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin. Ey Allah’ın kul­ları, kardeş olunuz!”[13] “Kuvvetli kimse, güreşte başkalarını yenen değil, öfke hâlinde nefsine hâkim olandır.”[14]

__________________________________________________
[1]Üsdü’l-Gàbe, 3: 15.
[2]Tabakât, 1: 353.
[3]age., 4: 325-329.
[4]Buhârî, Rikak: 51.
[5]Bakara Sûresi, 159-160.
[6]Üsdü’l-Gàbe, 5: 317; Tabakât, 3: 329.
[7]Tabakât, 3: 33.
[8]Müsned, 2: 515; Tirmizî, Kıyâme: 36.
[9]Ebû Dâvud, Sünnet: 14; Tirmizî, İman: 6.
[10]Müslim, Birr: 98.
[11]İbni Mâce, Zühd: 23.
[12]Ebû Dâvud, Edeb: 58; Tirmizî, Birr: 16.
[13]Buhârî, Edeb: 51.
[14]Müslim, Birr: 107.

23 Ekim 2014 Perşembe

bakara süresi236 ayete :eger kadınları  kendilerine el sürmeden veyahut onlara bir mehir belirlemeden boşadınızsa bundan size günah yoktur ancak onları (hediye vb şeylerle )faydalandırın bunu eli geniş olan kendiimkanına  eli dar olan da kendi imkanına göre yapsın güzellikle  bir hediye  verin bu iyi ve güzeldavrananlarüzerine borç bir haktır 237eger onları kendilerine el sürmeden boşarda kendilerine  bir mehir belirlemiş olursanız kendileri veya nikah akidinielinde  bulunduran erkeğin bunu almaktan vaz geçmesi dışında o zaman o borç belirlediğiniz miktarda yarısıdır  ey kocalar sizin affetmeniz verdiğin
izi almaktan vaz geçmeniz  takvaya daha yakındır aranızdaki üstügünlügü unutmayın  şüpesiz  ALLAH her ne yaparsanız görürü 238  namazlara dikkat edin hele orta namazakalkın  ALLAH için divana durun

21 Ekim 2014 Salı

bakara süresi234 ayete : içinizden vefat edip de arkalarından kadın bırakanların eşleri kendilerine dört ay on gün bekleyecekler iddetlerini bitirdiler mi artık kendileri  haklarında meşur olarak yaptıkları hareketten dolayı size sorumluluk yoktur  ALLAH her neyaptıklarınızdan haberdardır 235 kadınlara ( eş) adaylığını çıtlatmanızdan ve ya gönlünüzden tutamanızdan  da size bir sakınca yoktur ALLAH sizin onları mutlaka anacağınızı bilmektedir acak kendileriyle meşur  bir söz söylemenin dışında gizlice vaatleşmeyin farz olan iddet sonuna ulaşmadıkça nikah akidine girişmeyin muhakkak ki ALLAH gönlünüzde ne varsa bilir  bunu bilinde ondan sakının hemde ALLAH ın çokça bağışlayan ve çok yumuşak davranan olduğunu bilin
bakara süresi ayet 233 de : ANNELER çocuklarını emzirmeyi tamamlatmayı isteyen (babalar)için iki bütün yıl emzirirler çocuk kendisi olanan da emzirenlerin yiyecekleri giyecekleri uygun ölçülü bir borçtur bununla birlikte herkes ancak kendi gücüne göre sorumlu olur ne anne çocuğuyla ne de babba çocuğuyla uğratılsın varise düşende aynı borçtur eger anne ve baba birbirlerine danışıp anlaşarakmemeden kesmek isterlerse kendilerine günah yoktur eger çocuklarınıza başkalarına emzirtmek isterseniz vereceğinizi güzel güzel verdikten sonra yine size günah yoktur bunun la beraber ALLAH tan korkun ve bilin ki ALLAH her ne yaptığınızı görür

16 Ekim 2014 Perşembe

 BAKARA SÜRESİ 231 AYETE : KADINLARI BOŞADINIZDAiddetlerini bitirdilermi  artık kendilerini yaiyilikle tutun veyaiyilikle salın yoksa haklarına tecavüz için zararlarına olarak tutmayın bunu kim yaparsakendine zulmetmiş olur  sakın ALLAH ın ayetlerini şaka yerine tutmayın  ALLAH ın üzerindeki nimetini ve size öğütler vererek indirdiği  kitap ve hikmeti unutmayın düşünün hem ALLAH tan korkun ve bilinki  ALLAH herşeyi bilir 232 ayete kadınları boşadığınızda iddetlerini bitirdiler mi aradan meşru surrette rızalaştıkları taktirde kendilerinin kocalarına nikahlayacaklar diye baskı da yapmayın bu işte içinizden ALLAH a ve ahiret gününe iman etmiş olanlara verilen bir öğüttür bu sizin hakınızda  daha hayırlı ve daha nezihtir  siz bilmezken ALLAH bilir
bakara süresi 29 ayete : oboşama iki keredir ondan sonrası ya iyilikle tutmak yada güzelikle salı vermektir onlara verdiklerimizden bir şey almanız da sizlere helal olmaz meğerki erkekle kadın ALLAH ın çizdiği sınırda durmuyacaklarından korksunlar eger siz de bunların ilahi sınırları tutmayacaklarından korkarsanız kadının ayrılmak için hakkından vaz geçmesinden artık ikisine de günah yoktur bunlar işte ALLAH ın belirlediği sınırlardır sakın bunları aşmayın  her kim ALLAH ın sınırlarını aşarsa işte onlar hep zalimlerdir 230 ayete tekirar : derken kadın birdaha boşarsa bundan sonra artık başak bir kocaya varıncaya kadar ona helal olmaz buda bu da onu boşarsa ALLAH ın sınır larını sağlam tutacaklarına ümüti var oldukları taktirde öncekilerin bir birlerine dönmeleri günah değildir bunlar işte ALLAH ın belirlediği sınırlardır ALLAH bunları anlayıp bilecek olan ilmi ehli için açıklamaktadır .

15 Ekim 2014 Çarşamba

bakara süresi ayet 228 de : boşanan kadınlar kendi kendilerine üç adet (veya temizlik süresi )beklerler ALLAH ın rahmetinden yarattığını gizlemeleri kendilerine helal olmaz ALLAH ve  ahiret gününe inananları varsa gizlemezler kocaları da barışmak istedikleri taktirde o süre içerisinde onları almaya daha layıktırlar onların lehlerinde aleyhlerindeki meşur hakka benzer bir hak vardır yalnız erkekler için onlar üzerinde bir derece vardır ALLAH çok güçlüdür işi sağlam yapan ve yaptığından bir hikmet bulunandır


Leyla bint-i Ebi Hasme,hanım sahabeler,Leyla bint-i Ebi Hasme kimdir,Leyla bint-i Ebi Hasme hakkında bilgi,Leyla bint-i Ebi Hasme (ra) hayatı

Leyla Bint-i Ebi Hasme (r.a)

Leylâ binti Ebî Hasme radıyallahu anhâ, kocası Âmir İbni Rebîa radıyallahu anh ile birlikte İslâm’ın ilk günlerinde Mekke’de müslüman olan kahramanlardan...

Müşriklerin işkencelerinden kaçan ve Habeş ülkesine iki defa hicret eden çilekeş muhâcirlerden... Medine-i Münevvere’ye hevdec içinde hicret eden ilk hanım sahâbi...

O, kocası Âmir İbni Rebîa ile ilk İslâm’a koşanlardandır. Kocası Âmir, Hz. Ömer (r.a)’ın babası Hattab’ın evlâtlığı idi. Müslüman olunca ezâ ve cefâlara maruz kaldı

Müşriklerin baskıları artıp işkenceye dönüşünce Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem efendimize müracat ettiler. Sabah-akşam müşrikler tarafından rahatsız edildiklerini, her gördükleri yerde hakarete uğradıklarını hatta ağır işkencelere maruz kaldıklarını şikâyet ederek:“



– Ya Rasûlallah! Kavmimiz bize en ağır işkenceyi yapıyor” dediler. Zor durumda kaldıklarını, sabır ve tahammüllerinin kalmadığını söylediler.



İki Cihan Güneşi Efendimiz cevap vermeyip sustu. Bir müddet sonra mahzun bir şekilde sabır tavsiyesinde bulundu. Ashabından bu tür şikâyetler çoğalmaya başlayınca hicrete izin verildi peşinden de:

“Kim dinini kurtarmak için bir yerden başka bir yere göç ederse cennet ona vacip olur. Siz şimdi yeryüzüne dağılın. Yüce Allah sizi yine bir araya toplar.” buyurdu.

Âmir İbni Rebîa ve Leylâ binti Ebî Hasme (r. anhüm) inançlarını yaşayabilecekleri bir yere hicret etmek istediklerini bildirdiler ve:

“– Yâ Rasûlallah! Nereye gidelim?” diye sordular.

Fahr-i Kâinat (s.a) Efendimiz, eliyle işaret ederek:

“İşte oraya! Habeş ülkesine.” buyurdu.

Sonra şu açıklamada bulundu:

“Çünkü orada halkını seven, etrafındakilerin hiç birine zulmetmeyen bir kral var. Hem orası bir doğruluk ülkesidir.” buyurarak o ülkeyi methu senâ etti. Oranın kralına, hükümdârına iltifat etti. Sonra ashabına:

“Yüce Allah içinde bulunduğunuz sıkıntılardan bir çıkış ve kurtuluş yolu açıncaya kadar, siz orada oturun.” tavsiyesinde bulundu.

Nübüvvetin beşinci yılında Recep ayında oniki erkek ile beş kadından oluşan, onyedi kişilik bir kafile hicret için yola çıktı. Bu İslâm’da Habeş ülkesine yapılan ilk hicret idi.

Hicret edeceği esnada Leylâ binti Ebî Hasme (r.anhâ), Ömer İbni Hattab ilk karşılaştı. Aralarında karşılıklı bir konuşma geçti. Bu hadiseyi Leylâ Hatun kendisi şöyle anlatır:

“– Habeş ülkesine doğru gitmeye hazırlandığımız sırada, kocam Âmir, bâzı ihtiyaçlarımızı almak üzere çarşıya gitmişti.

Ömer İbni Hattab beni gördü ve başıma dikildi. Kendisi o zaman müslüman olmamıştı. Bize karşı çok sert ve katı davranırdı. Ondan hep ezâ ve cefâ görmüştük. Bana doğru yaklaştı ve:

“– Ey ümmü Abdullah! Demek buradan gidiş var ha?” dedi. Ben de:

“– Evet! Vallahi, Allah’ın arzından bir yere çıkıp gideceğiz. Siz bizi işkencelere uğrattınız. Allah bize bir kurtuluş ve çıkış yolu açıncaya kadar, oralarda kalacağız.” dedim. Bana:

“– Allah yardımcınız olsun.” dedi.

Kendisinden o güne kadar hiç görmediğim bir yumuşaklık ve yufka yüreklilik gördüm.

Sonra dönüp gitti. Sanırım ki, bizim gidişimiz ona üzüntü vermişti. O sırada Âmir işini bitirip yanıma geldi. Kendisine olan biten hadiseyi naklettim ve:

“– Ey Abdullah’ın babası! Biraz önce Ömer’in bize karşı gösterdiği yumuşaklığı ve yufka yürekliliği, gideceğimize duyduğu üzüntüyü bir görmeliydin!” dedim.

Ömer’in yaptıklarını bilen Âmir:

“– Evet! Umuyorum, Allah Teâlâ her şeye kadir.” dedim.

Ömer hakkındaki kanaatini değiştirmeyen Âmir İbni Rebîa sert bir ifade ile şöyle cevap verdi:

“– Şunu iyi bil ki; sen Hattab’ın eşeğinin müslüman olduğunu görünceye kadar, o kişi müslüman olmaz!” dedi.

O zamana kadar Ömer’den hep sertlik görüle gelmişti. Müslümanlara karşı uyguladığı şiddet, sanki kendisinden ümit kestirmişti. Onun korkusuz yiğitliği, kaskatı yüreği, işi en vahim durumlara kadar götürmüştü. O, İki Cihan Güneşi Efendimiz’i öldürmeğe yeltenecek kadar çılgınlaşmıştı. Ama Allah celle ve alâ hazretleri her şeye kadirdi. O murad edince işler anında değişebilirdi. Zira gönüllere sahib olan Allah’tı. Nitekim kısa bir müddet sonra Allah Teâlâ’nın lutfuyla Ömer müslüman olmuştu.

Müşriklerin baskı ve zulümlerinden dolayı Mekke’den gizlice ayrılan bu ilk muhâcir kafilesi Cidde’de Şuaybe limanına ulaştığında, yüce Allah’ın lutfu olacak ki; ticaret için gelmiş iki gemi limanda beklemekteydi. Muhacirleri yarım altın karşılığında gemiye alıp, Habeş ülkesine doğru denize açıldı.

Necâşî’nin ülkesine gelen muhacir müslümanlar emniyet ve güven içerisinde hayatlarını sürdürmeye başladılar. Rahat bir şekilde dinlerini yaşadılar. Kimseden ne baskı ne zulüm ne de hakaret hiçbir karşı hareket görmeden ibadet ve taatlarını yerine getirdiler. Herkes inancında serbest idi. Rahat bir ortam vardı. Fakat kalbleri devamlı Mekke’ye bağlı idi. Doğup büyüdükleri şehirden ve Allah Rasûlünden uzak kalmanın hasreti onların gönüllerinden hiç çıkmıyordu. Kim bilir hangi gün ve ne zaman döneriz ümidiyle günlerini geçiriyorlardı.

Bir müddet sonra Mekke’de Hz. Ömer (r.a)’ın müslüman olduğu, müşriklerin ezâ ve cefalara son verdiği, işkencelerin bittiği ve anlaşma yapıldığına dair haberler duyan muhâcirler memleketlerine dönmeyi denediler. Mekke yakınlarına kadar geldiler. Fakat içeri alınmadılar. Duyduklarının doğru olmadığını anladılar. Mekke’ye girebilmek için bir müşrikin himayesine girmek zorunda kaldılar. Mekke’ye girdikten sonra müşrik himayesine tahammül edemeyip. Allah Rasûlünden izin alarak tekrar Habeş ülkesine ikinci defa hicret ettiler. Leylâ binti Ebî Hasme (r. anhâ) ve kocası Âmir İbni Rebîa (r.a)’da hicret edenler arasında tekrar Habeşistana döndüler.

Günler, aylar, yıllar geçmekteydi. Muhacirlerin gözü, gönlü hep Allah Rasûlünün yanına gidebilmekteydi. Mekke’den gelen tâcirlerden devamlı haberler sormaktaydılar. Onlardan alacakları sağlıklı haberlere göre hareket edeceklerdi. Mekke’ye tekrar döneceklerdi.

Birgün Rasûlullah (s.a.v) Efendimizin Medine’ye hicret ettiğinin haberini almışlardı. Birçok muhacir gibi Âmir ibni Rebîa (r.a) ile hanımı Leylâ binti Ebî Hasme (r. anhâ)’da Habeş ülkesinden derhal Mekke’ye döndüler. Kısa zamanda hazırlıklarını yapıp sonra Medine’ye hareket ettiler. Amr İbni Rebîa (r.a) bir deve aldı. Hanımını hevdec içinde Kureyş’in haberi olmadan Mekke’den çıkardı.

Rasûlullah (s.a) Efendimize kavuşmanın hasretiyle, büyük bir heyecan içerisinde, yorgunluk nedir bilmeden yollarına devam edip Medine’ye ulaştılar.

Âmir İbni Rebîa (r.a), Ebû Seleme Mahzûnî (r.a)’dan sonra ilk hicret den Habeş muhaciri oldu. Leylâ binti Ebî Hasme (r. anhâ) da hevdec içinde Medine’ye gelen ilk hanım sahâbî oldu.

Resûl-i Ekrem (s.a) efendimiz bu çilekeş ashabını karşısında görünce pek sevindi. Onlara iltifatlarda bulundu. Yer bulup yerleştirdi. Sık sık evlerine gidip ziyaret etti. Bir ziyaretinde Leylâ binti Ebî Hasme (r. anhâ)’nın bir davranışına şâhid oldu. Onun çocuğuna şöyle seslendiğini duydu:

“– Gel! Bak sana ne vereceğim.” diyordu.

Sevgili Peygamberimiz Leylâ Hatuna sordu:

“– Çocuk yanına gelince ne vereceksin?” dedi.

Leylâ Hatun da:

“– Ona hurma vereceğim.” diye cevap verdi.

Bunun üzerine İki Cihan Güneşi Efendimiz Leylâ Hatun’a şöyle söyledi:

“– Eğer çocuğa bir şey vermeseydin bu söz defterine bir yalan olarak yazılacaktı.” buyurdu. (Ebû Dâvut, Edeb, 79. Ahmed b. Hanbel, Müsned III, 447)

Fahr-i Kâinat (s.a.) Efendimiz ashabını böylesine titiz yetiştirdi. Devamlı onları eğitti. İslâm’ın güzel ahlâkını onlara öğretti.

Kimse aldatılmamalıydı. Aldatılan bir çocuk, hatta kendi çocuğumuz bile olsa böyle yanlış bir hareket yapılmamalıydı. Yavrumuzun bu ahlâksızlığı öğrenmesine dahi fırsat verilmemeliydi. Zira; “Bizi aldatan, bizden değildir.” buyurulmuştu. (Müslim, İman, 164)

Allah onlardan razı olsun. Rabbımız cümlemizi şefaatlerine nâil eylesin. Amin.


Kaynak : http://www.forumdas.net/konu/leyla-bint-i-ebi-hasme-ra-kimdir-hayati.95364/#ixzz3GD3RikZv